Hüsnü Özyeğin Etohum Toplantısında Başarı Öyküsünü Anlattı
[gallery columns="2"]
Metne Çeviren: Dilara Aşan
Böyle genç ve heyecanlı girişimciler veya girişimci adaylarla beraber olduğum için çok mutluyum. Türkiye’de girişimcilik konusu çok daha fazla konuşulmaya başlandı ve biz de tabii bu konuda birçok şey yapıyoruz. Bunların hepsini tekrar etmeyeceğim ama girişimciliğin Türk ekonomisi için orta ve uzun dönemde çok önemli bir faaliyet olduğuna inanıyoruz. Amerika’ya baktığınız zaman Amerika’da yaratılan işlerin önemli bir kısmının girişimciler tarafından oluşturulan faaliyetlerden olduğunu görüyoruz. Artık büyük şirketler eskisi kadar hızlı bir şekilde eleman almıyorlar. Ve bir daha Amerika’ya baktığımız zaman -bir Avrupa’ya göre- Amerika’da girişimcilik,inovasyonun Avrupa’dan ne kadar ileride oluğunu görüyorsunuz. Bu da çeşitli sebeplerden dolayı oluyor: Bir kere Amerika’da immigration var yani Amerikalılar bütün dünyadan başarılı insanların, potansiyeli olan insanların greencard almasını sağlıyorlar. Avrupalılar biliyorsunuz şu anda kendi hudutlarını kapatıyorlar genelde. Yani immigration almamaya çalışıyorlar, yeni gelenler tabii Amerika’ya büyük bir katkı sağlıyor. Bugün SiliconValley’e baktığınız zaman mesela birçok girişimci Hindistan’dan gelmiş girişimciler veya başka ülkelerden gelmiş girişimciler. Bir de tabii Amerika’da girişimciliği çok destekleyen bir üniversite sistemi var; bugün, mutlaka biliyorsunuz, MIT aslında bir girişim fabrikası, Stanford bir girişim fabrikası. Facebook Stanford’da ortaya çıktı, Stanford’daki hocaların ortaklıkları ile ortaya çıktı. Üniversitelerin birçok açıdan çok önemli rolü var: Bir tanesi tabii üniversitede hocaların olması; ikincisi üniversitelerin girişimcilere bir mekân sağlaması, ilk başta onlara hem fiziksel olarak hem alt yapı olarak destek olmaları ve aslında girişimciliğin gelişmesi için de bir ortam yaratması diye tanımlıyorum ben bunu. Şimdi biz üniversitemizde çok çeşitli faaliyetlerde bulunuyoruz: bir tanesi bir kere sanayiyle, teknoloji şirketleri ile iş birliği yapmak, bu çok önemli bir faktör. Bizim Türk Telekom ile araştırma anlaşmalarımız var, Turkcell bizim girişim fabrikamızın sponsoru, ayrıca Vestel ile ciddi ilişkilerimiz var. Onların yönetici aday programlarının biz üniversite olarak eğitimlerini yapıyoruz, Vestel’in mühendisleri bizim üniversitemizde master programlarına katılıyorlar. Bu şekilde hem üniversite onların yaptıkları konusunda daha fazla bilgi sahibi oluyor, sanayinin ve teknoloji şirketlerinin hem de onlar bizim hocalarımızdan yararlanıyorlar. Ayrıca duymuşsunuzdur GoldmanSachs dünyada on bin kadın eğitiyor, bunun için 100 milyon dolarlık bir fon ayırdılar üç sene önce ve Dünya’da yirmi ülkede, her ülkede her yıl yüzer kadının eğitilmesine destek oluyorlar. Biz de GoldmanSachs’in, yepyeni bir üniversite olmamıza rağmen, partneri olduk Türkiye’de ve Dünya’daki yirmi ülke içerisinde bu işi tek başına yapan üniversite de biziz. Yani birçok ülkede işbirliği yaptıkları üniversitelere Amerikan üniversiteleri destek oluyorlar bu faaliyeti yapabilmeleri için, hocalarımız başlangıçta onlar ile beraber bütün bir programı yaptıama sonra işi biz yürütmeye başladık. Bu da bizim için çok heyecanlı bir program oldu. Bu hanımlar zaten girişimci, hasbelkader girişimci olmuşlar fakat girişimciliğin gerektirdiği bir takım konularda da –gerek pazarlama, gerek bir iş planı yapma yani formal bir eğitim alma- eksikleri var ve biz onların eksiklerini tamamlıyoruz. Ve emin olun, bizim üç aylık sertifika programımızdan çıktıkları zaman bambaşka hayalleri, gerçekleştirmek istedikleri bambaşka şeyleri oluyor ve kendilerini çok geliştiriyorlar.
Bizim Özyeğin Üniversitesi olarak girişimciler için yaptığımız en önemli faaliyet Girişim Fabrikası oldu, Turkcell ile beraber. Girişim Fabrikası’na müracaat ediliyor, üniversitede bir mekânımız var bu konuda, ve burada ilk olarak online gelen müracaat elemeyi geçerse ondan sonra bu girişimciler çağrılıp onlar ile konuşuluyor ve onların projesi takip edildiği takdirde, destek verildiği takdirde bir yere varıp varamayacağı konuşuluyor. Eğer bu projenin bir yerde bir ticari anlam elde edebileceği konusunda bir kanı oluşursa İhsan Bey’in başkanlığında o projeye destek olunuyor ve onun daha ileri noktalara gitmesi sağlanıyor. Bir yerde şuna da benzetebiliriz; tohum fidan olmaya doğru yol alırsa eğer onun ağaç olması için de, ormandan önce ağaç olması için de, gerekli destekler sağlanmaya çalışılıyor. Bu da tabii bu projelerin melek yatırımcılar ile buluşturulması şekline dönüşebiliyor. Bu şekilde bildiğim kadarı ile hocam on iki tane projemiz var girişim fabrikasında ve bunların sadece ikisi bizim üniversiteden, on tanesi üniversitemiz dışında çünkü herkese açık, değişik üniversitelerden, üniversiteli olmayanlardan müracaat var, bu proje geliştiriliyor. Harvard Business School Boston’da Innovation Lab(iLab)diye büyük bir merkez kuruluyor şu anda, bina inşaat halinde; bu yerde de bizim projemizden çok daha büyük çapta bir proje yapılıyor. Aşağı yukarı 10-12 bin metrekarelik bir bina bu, ve burada gerek bir takım dersler verilecek gerekse de MIT’den, Harvard Business School’dan, Harvard Tıp Fakültesi’nden değişik branştaki girişimciler bir araya gelip hem birbirleri ile tanışacak hem de projelerini geliştirecekler. Bizim girişim fabrikası da onun bir modeli ve bu iş daha çok dallanıp budaklandığı zaman biz de orada yürüttüğümüz faaliyetleri daha ileri bir noktaya taşıyacağız.
Bir de biz bu sene bir önemli şey daha yaptık; girişimcilik konusunda bir lisans programı açtık, bu dört yıllık bir lisans programı. Tabii bu lisans programı içerisindeki derslerden İşletme Fakültesinde okuyanlar, Mühendislik Fakültesinde okuyanlar, Otel Yönetimi programında okuyanlar da istifade edebilecekler ve bu yıl bir teşvik olsun diye ilk defa açtığımız bir programda %100 burs vereceğiz bunu kazananlara. Yani 20 öğrenci alacağız sadece, piyasada test etmek istiyoruz bu programa olacak ilgiyi ve tabii ki ileride bunu daha da geliştirmeyi planlıyoruz. Bu da Türkiye’de bir ilk; aslında başlangıçta YÖK bunu onaylar mı onaylamaz mı diye tereddütlerimiz vardı ama sonra Amerika’da yüzün üstünde üniversitede böyle bir programın olduğunu söylediğimiz zaman YÖK bu konuda bize izin verdi dolayısı ile bu sene bir de buna başlıyoruz.
Ben isterseniz sizlere biraz da kendi girişimcilik faaliyetlerim ile ilgili bir takım şeyler anlatayım sonra soru-cevap şeklinde götürürüz. Benim hayatımda ilk girişimciliğim herhalde on yaşında İzmir’den çıkıp İstanbul’da yatılı okumak ile başladı. Girişimcilik sadece parasal bir faaliyet yapmak değil tabii; ben girişimciliği cesur olmak, girişken olmak, doğru yerde doğru zamanda durmak gibi çok çeşitli bir şekilde tanımlıyorum. Girişimciliği illa gidip bir şirkete para koyup ondan sonra o şirkette bir takım faaliyetlerde bulunup veya bir buluş yapmak, patent almak gibi tanımlamıyorum. Onun için girişimcilik biraz Allah vergisi ile de ilgili, yani içinizde bir girişkenlik ruhu olması lazım, her şeyden önce –İngilizce tabiri ile extrovert- dışa dönük olmak lazım, sosyal olmak lazım. Girişimci olmak için bu unsurlar teknik bilgiden, eğitimden çok daha önemli bir şey.
İkinci büyük yaptığım girişimcilik Türkiye’den Amerika’ya gitmek oldu Robert kolejden sonra. Tabii on yaşında kendi ayaklarımın üstünde sınırlı bir bütçeyle durduktan sonra bunu yapmak çok zor değildi ve on sekiz yaşında Amerika’ya gittim. Aslında Amerika’da nasıl okuyacağım, okuyacağım parayı nasıl bulacağım falan bunların hepsi belirsizdi. Yani rahmetli babam İzmir’de hükümet tabibiydi; bana bin dolar bir para verdi, tabii o zaman bin doları tabii küçümsemek istemiyorum on bin dolara yakın bir paraydı bugün enflasyonda da adjust ettiğiniz zaman. Ama ben o bin dolarla ki yol param da dâhildi ona; İzmir’den Venedik’e vapurla sonra Venedik’den Le Havre Fransa’ya trenle gittim. Sonrasında Fransa’dan Arkadia diye bir Yunan vapuruna bindim; 3. mevkide, sekiz kişi bir kamarada, tam makine dairesinin yanındaydı dolayısı ile ısınma problemimiz yoktu. Montreal’e geldi gemi sekiz gün sonra. Gemi eski bir gemiydi tabii ve bizim okuldan sadece ben vardım, geminin en güzel tarafı da Amerika’da AFS programı ile Avrupa’ya gelmiş öğrenciler Amerika’ya geri dönüyorlardı dolayısı ile birkaç yüz öğrenci ile beraber döndüm. Ve gemideki öğrencilerin %50 kız %50 erkek olduğunu da düşünürseniz, sekiz gün hakikaten gemide çok iyi bir seyahat yaptık. Vapurdan inince Montreal’de otobüse bindim ve Oregon’a gittim. Oregon, Amerika’daki haritayı biliyorsanız Pasifik Okyanus’unda –hepiniz girişimci olduğunuza göre California’nın nerede olduğunu biliyorsunuz- SiliconValley’in, onun kuzeyindeki eyalet, Washington ile şey arasında. Aslında matematik hocam orada bana bir burs bulmuştu, ben Colombia’ya ve böyle gayet iyi okullara müracaat etmiştim; Georgia Tech, çünkü inşaat mühendisliği yapmak üzere gittim. Fakat hepsine kabul edilmeme rağmen burs bulamadım, onun üzerine bir gün bundan yakınırken –bir takım referanslarımı yazmıştı- matematik hocamOregon’da bir burs olduğunu söylemişti. Oregon nerede dedim, anlattı o bana; hemen gittim tabii atlasa baktım, hangi şehre gitme ihtimalim var diye. Oraya müracaat ettim, 1. yıl için bir burs aldım. 2., 3., 4. yıl da bursum olmayacağı başından belliydi çünkü bir yıllık bir burstu bu ama gene de dediğim gibi bu seyahati yaparak Oregon’a vardım. Ve Oregon’a vardığım zaman da cebimde 100 Dolar vardı yani mübalağasız 100 Dolar para kalmıştı. O şekilde üniversiteye başladım.
Tabii şöyle söyleyeyim size Amerika’da insanın şöyle bir kolaylığı var; insan, nasıl olsa bir iş bulurum, bir iş yaparım saatte 1 Dolar da verselerki asgari ücret de o zaman 1 Dolar 5 Cent idi şimdilerde 5 küsur Dolar, ben okul paramı temin ederim şeklinde düşünüyor. Ve çok da güven geliyor insana herkes kolay iş bulduğu için. Bir kere herkes her şeyi yapmaya razı, mesela ben üniversitemizde idari işler müdürümle konuşuyorum diyor ki yeni kampüste bize şu kadar eleman lazım, yemekhanede. Diyorum ki, bizim çocuklar neden yemekhanede garsonluk yapmıyorlar, bizim çocuklar niye tabak yıkamıyorlar. İşte efendim bizim çocuklar onu yapmazlar, ya şimdi böyle bir şey yok Amerika’da, kırk sene önce de yoktu bugün de yok, herkes her şeyi yapıyor hayatta, anlatabiliyor muyum? Ben Robert Kolej’de okuduğum zaman bizim yemekhanedeki garsonumuz-üniversitede genellikle 3-4 tane garson vardı onlar da genelde mühendislik fakültesinde okuyan burslu öğrencilerdi- eski başbakanımız Tansu Çiller’in eşi Özer Çiller idi, Özer ağabeydi.Benden 5-6 yaş büyüktü ve300 kişilik yemek salonunda 2-3 garson ile beraber, her akşam bizim yemeğimizi getirirdi, tabakları toplardı. Demek ki garsonluk yapan bir kişi başbakanın eşi olabiliyor. Başbakan da oluyordur mutlaka, anlatabiliyor muyum? Bunlar çok önemli kavramlar yani, bunları da size arada anlatmak istiyorum; bazı mesajlar veriyorum sizlere.
Sonra dediğim gibi Oregon’dan mezun oldum; mezun olmadan önce ama Oregon’da Talebe Birliği Başkanlığı işlerine girdim ve son senemde Talebe Birliği Başkanı oldum ben 14 bin kişilik üniversitede. Ben bunu söylediğim zaman Türk Talebe Birliği Başkanı diyorlar, hayır efendim bütün kampüsün başkanı oldum ve tabii benim notlarım gittikçe aşağı gitti. Son sene 2.18 ile barelymezun oldum üniversiteden ama mezun olmadan 7-8 ay önce İnşaat Mühendisliğinin beni sınırlıyor bir de Business’dan MBA yapsam, master programına girsem diye düşündüm. Harvard ve Stanford’a müracaat ettim ve beni o notumla ikisi de kabul etti, hiçbir iş tecrübem olmamasına rağmen. Bugün Harvard’a veya Stanford’a müracaat ederseniz minimum dört sene bazen üç sene iş tecrübesi ile alıyorlar sizi lisans programından sonra. Almalarının sebebi de tabii benim Talebe Birliği Başkanı iken yaptığım faaliyetler; mesela John F Kennedy’nin erkek kardeşi, adalet bakanını kampüse davet etmiştim. Onunla çekilen bütün fotoğrafları falan benim müracaat formunun içerisine koydum, başkalarını da davet etmiştim. Tamamen liderlik vasıfları gördüler bende ve onun üzerine kabul edildim Harvard’a.
Harvard’ın birinci senesinde bir Grill vardı okulda, hafta sonları kafeterya kapalıydı. O Grill’de çalışıyordum, hamburger yapıyorduk, pazar sabahları baconlı yumurta yapıyorduk, patates kızartması falan.Onu bir ikinci sınıf talebesi işletiyordu; ikinci sınıfta paraya ihtiyacı olan bir öğrenciye o Grill’i ihale ediyorlardı ve o Grill’de patronumuzla beraber aşağı yukarı on üç kişi çalışıyorduk. Patronumuz da, ikinci sınıf öğrencisi ben de birinci sınıf öğrencisi olarak part-time çalışıyordum, fazla işle meşgul olmuyordu. Birinci sene biterken ben onunla konuştum; sen bu işten ne kazandın dedim, bana bütün maliyetlerini, her şeyi çıkardı, ben bu işten bu sene 1800 Dolar kazandım dedi. Sene 1968, 1800 Dolar da o senelerde iyi bir paraydı. Ben bu işe talip olacağım bana biraz daha bilgi ver dedim, muhasebeye falan bakalım; sonra müracaat ettim ve o işi bana verdi okul 2. sene. Ben 2. sene o işi, on üç kişi ile değil ben dâhil toplam üç kişi ile yaptım. Bir kere oradan birkaç bin Dolar kazandım, bir pizza fırını koydum iki katlı (eli ile gösteriyor) şu kadar bir şeydi. Amerika’da o zaman bile, naylon torbaların içerisinde 30 tane donmuş pizza hamurunu alabiliyordunuz toptancıdan ve onları çıkarıp fırına koymadan önce tabii üzerine domates salçası, mozarella peyniri sonra üzerine kim ne isterse –sucuk, salam, sosis, mantar vs- koyuyorduk ve pizza oluyordu. Maliyeti bana 30 Cent idi, ben 1 Dolar 10 Cent’e satıyordum o zaman, bayağı da iyi bir size pizzaydı.
Bu yeni ürünle birlikte sonunda ben ikinci yıl 8bin Dolar para kazandım. Yani 8bin Dolar o zaman benim hayalimde görmeyeceğim bir paraydı. Ama her zaman çok çalıştığınız zaman çok kazanırsınız prensibiyle hareket ederek; Grill özellikle Pazar günleri çok kirleniyordu. Pazar günü kafeterya kapalı, bir de cumartesi günü öğlen ve akşam kapalıydı ama Pazar günü master talebeleri ders çalıştığı için cumartesi bir yerlere gidebilirler Boston’da ama Pazar günü herkes okula kitleniyordu ve herkes oraya geliyordu yani sabah kahvaltıdan itibaren. Onun için pazar günleri bir major temizlik lazımdı Grill’de; her yer yağ içerisinde kalıyordu. Onun içinde mesela benden önceki patron, bir okul hademesine 20 Dolar veriyordu orayı temizlesin diye, ben onu da vermedim. 20 Dolara ben kıyamadım ve onu da ben yapmaya başladım; bilmiyorum tabii aynı hijyenik temizliğe ulaştırdım mı hademenin yaptığı gibi ama pazartesi sabah 2’ye kadar orayı ben temizledim.
Tabii sonra Türkiye’ye geldim, askerliğimi yaptım ve askerliğimi yaptıktan sonra Çukurova Grup’unda çalışmaya başladım. O arada hocamın da bilmediği bir girişimcilik daha yaptım, hep başarılardan bahsetmeyelim. Çukurova’da çalıştığım bir arkadaşım vardı; Hüsnü biz ufak bir iş yapıyoruz dedi, o da profesyonel yöneticiydi. Çok af edersiniz burada(eli ile gösteriyor) bir külot lastiği vardır hani erkeklerde de hanımlarda da külotu tutan; onu imal ediyoruz dedi. Ben gittim baktım, bir atölye Maslak’ın arkasında. Ne kadar kazanıyor bu iş dedim-iplikler geliyor, lastik oluyor, küçük bir imalathane bu odanın 3te 1i kadar falan- alayım ben hisseleri tamam bu çocuktan dedim; oraya bir 30bin Dolar verdim ki o zaman benim için çok önemli bir paraydı sene 1975. O iş battı mesela. Herkes zannediyor ki ben neyi tutsam altın oluyor, Hüsnü Bey bir işe girdi para kazanır mutlaka falan diye; öyle bir şey kesinlikle söz konusu değil. Sonra şunu anladım ki profesyonel yöneticiyken; zaten meşgul olmuyordum işle hem konsantrasyonunuz bakımından hem etik bakımından bir yere ortak olmamak daha doğru.
Ondan sonra tabii bankacılığa girdim, Pamukbank ile başladım; on sene orada çalıştım. Sonra Yapı Kredi genel müdürüydüm. Yapı Kredi’den 87 senesinde ayrılıp FinansBank’ı kurdum, 8 milyon Dolar sermaye ile. İki tane evim vardı onları sattım, belirli bir nakit param vardı on beş sene banka genel müdürlüğünden gelen bir de bir takım ortaklar aldım. Bankanın %25’ini satınca peşinen, daha banka açılmadan 8 milyon Dolar sermayenin %1i olan 80 bin Dolarlık hisseyi herkese aynı fiyattan tanıdığım yirmi üç tane iş adamına 120 bin Dolara sattım. O 120 bin Dolar ile 80 bin Dolar farkı, 40 bin Doları da kendi sermayem olarak içeri koydum; öyle bankanın %65’ini falan kontrol ederek işe başladık. Tabii banka 7-8 sene dört şubeli bir banka olarak kaldı, 94’te bir kriz geldi; dolar 15 bin Lira -6 sıfır vardı hala parada- 40 bin Liraya çıktı. Benim gibi, benim sizeımda üç adet banka battı. Fakat benim şansım, benim FinansBank’da mevduat toplamamış olmamdı. Mevduat topladığınız zaman bir krizde o mevduat çekiliyor; ben bankayı nispeten küçük tutmuştum ve yurt dışındaki bankalardan aldığım krediler ile bankayı fonluyordum. Yurt dışındaki bankalardan da sadece bir tanesi, onun da adını unutmam “Fidelity Bank” Amerika’da, parayı erken istedi, o da 1 milyon Dolardı sadece. Benim yurt dışına ödemem gereken krediler belirli vadelerdeydi, bu olay bugün olsa Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim’de vadeleri gelen hatta 6 ay, 9 ay sonra vadesi gelen krediler olduğu için onları da bir takım kredileri tahsil ederek o paraları dışarı ödedik ve düzlüğe çıktık. Fakat o krizde şu oldu, o krizde hiçbir büyük banka, çok yakın dostlarımın yönetici olduğu büyük bankalar dahi, para vermediler; ne gecelik faiz ne bir aylık mevduat, hiç para vermediler. Resmen bizim batmamızı istiyorlardı daha doğrusu hatta etrafta da ya Finans Bank ne zaman batacak diye konuşuyorlardı bunlar müşteriler ile falan.
Neyse biz çok şükür o vartayı atlattık. Ben bu bankayı büyüteceğim dedim; büyütmem lazım. Çünkü bir banka eğer belirli bir büyüklüğe ulaşmaz ise kimse sizin var olup olmamanızla ilgili değil. Banka belirli bir büyüklüğe geldiği zaman herkes ilgilenmeye başlıyor tabii bankanın sağlığı ile çünkü sonunda mevduat toplayan bir, halkın tasarruflarının da emanet edildiği bir kurum oluyor banka. Ondan sonra Finans Bank belirli bir büyüme ile başladı ve Türkiye’nin 5. bankası oldu. Ama işte Finans Bank’da da hep öncü işlere örnek olduk, Finans Bank’da –birçoğunuz bilmeyebilir, çok gençsiniz- en önemli yaptığımız iş; Türkiye’deki taksitli kart sistemini başlattık. Yani bugün taksitli kart sisteminin ne olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz, bugün bir dükkâna gittiğiniz zaman adam 50 Lira diyor, kartı verince 10 taksit yapayım mı ayda 5 Lira öder misin diye soruyor. Taksitin vaizi olmadığı için yap diyorsunuz yani, kendisi teklif ediyor çünkü.
Türkiye’de, Dünya’nın hiçbir yerinde olmayan bir taksit sistemi var; faizsiz taksit. Faizi kim ödüyor, mağaza sahibi ödüyor satışları artsın diye. Biz tabii bunu çıkarır çıkarmaz diğer bankalar da çıkardılar bizimle beraber ve Türkiye’de taksitli alışveriş başladı. Finans Bank’ın gelişmesinde de çok önemli bir rol oynadı bu. Tabii ben o zaman bu kartı geliştirmek için, aynı zamanda ben GimaHipSüpermarket’lerinin sahibiydim o zaman, televizyonda reklam bile verdik yani Gima’da da taksit yaptık süpermarkette. Bildiğim kadarı ile şimdi pek yapılmıyor mesela. O taksiti yapmamızın sebebi de Gima’nın gıda ürününü peşin satıp parayı alması daha iyi ama taksit yaptık ki daha çok Finans Bank müşterisine kart satalım diye. Yani Gima biraz para kaybediyordu hatta bir reklamımızı hatırlıyorum ben, reklam şirketi geldi ………….domatesi bile taksitle satıyoruz. O çok vurucu bir reklamdı ve Finans Bank biraz da Gima dolayısıyla büyüdü.
Tabii şimdi girişimcilik deyince, bir de insanın girişimcilikten zevk alması lazım, para kazansa da zevk alması lazım –şimdi bu sizin ağırınıza gidecek, hepiniz burada daha çok para kazanayım, ben girişimci olayım, kendi işimin patronu olayım diye aklınızdan geçiriyorsunuzdur tabii ama daha çok benim bu benim 2., 3., 4. Yani 2-3 tane para kazanan işiniz olduğu zaman bunu konuşmak daha kolay olur- 4.-5. de para kaybetseniz de insan zevk alıyor yani girişimci olmaktan. Ben tabii şimdi o noktaya geldim yani ben hiçbir işime para kaybederim diye girmedim ama birçok, bugün birçoğunuza başkalarına aykırı gelebilecek, işlere de girdim. Aman bu işe niye girdim falan diye düşündüm, ama ben bu işi yapabilirim, inanıyorum ben buna demek çok önemli yaptığınız işte, sonuç yine başarısız da olabilir. Tabii bir işi sonuna kadar da zorlayamazsınız; para kaybeden bir işi erken bırakmak çok önemli. SiliconValley zaten bunu söylüyor, melek yatırımcı da onu söylüyor girişimciye diyor ki; aman batacaksan erken bat yani beş sene sürmesin batman. Çünkü hani bir senede batarsanız yatırımcı daha az para kaybediyor sizden, ama beşinci sene sonunda batarsanız tabii bir sürü yeni insan peşinize takılmış oluyor ve daha çok, daha büyük paralar batıyor. Erken batmak da başarı, SiliconValley’de herkes açısından çok para yatırmadan önce batmak da önemli bir vasıf. O zaman insanlar size teşekkür bile ediyorlar daha erken battığınız için, geç batmanıza karşın.
Bir kere ben şuna inanıyorum; bir işi kendi ülkenizde yapıp başarılı olursanız o zaman size ikinci bir iş daha düşüyor, önemli bir iş, bu işi uluslararası çapta yapmak veya başka bir ülkede yapmak en azından. Yani burada yaptığınız başarılı bir çalışmayı başka bir ülkeye taşımak sizin uluslararası olup olmadığınızı gösteriyor bir girişimciye. Ben de Türkiye’de yaptığım işler başarılı olursa eğer onları hep yurt dışına taşımışımdır; diğer gruplardan böyle farklı bir özelliğim var. Mesela Marks&Spencer, biz Türkiye’de başarılı bir hale getirdik ve Rusya’ya götürdük. Rusya’da başarılı oldu Ukrayna’ya götürdük. Aynı zamanda Gap, Banana Republic; ilk Gap mağazamızı geçen hafta Kiev’de açtık. Bu da ayrı bir duygu tabii, ben buna deplasmanda başarı diyorum. Her takım çünkü Türkiye’de tabii ki daha başarılı olabiliyor deplasmanda, deplasmanda kazanmak, öbür sahada, daha zor. O da girişimciliğin farklı bir boyutu oluyor.
Bir de tabii hep şuna dikkat ettim, ne kadar girişimci olsam benim bilmediğim veya beraber çalıştığım ekibimin bilmediği, anlamadığı işlerden kaçındım. Ama gene de kaçınmama rağmen 1-2 tanesine yakalandım. Yani bilmediğim, ekibimin de az anladığı işlere girdim; iyi olmadı tabii sonu bunu da söyleyeyim size. Çünkü sonunda hiçbir iş sonradan öğrenilmiyor, oturmuş işlerse bunlar çok rakibinin olduğu işlerse. Herkesin mesleğine, sektörüne saygı duymak lazım. Her şeyi yaparım ben gibi bir zihniyet içerisinde olmamanız lazım yani mutlaka bir bilene sormak, bir bilenle beraber olmak çok önemli. Girişimcilikte de önemli noktalardan biri, eksik taraflarınızı mutlaka sadece eğitim ile değil, ortakla tamamlamak. Mutlaka güvendiğiniz, kader birliğine çıkacağınız bir takım olmanız çok önemli yaptığınız işlerde; çünkü paylaşmak çok önemli bir girişimcilik faaliyetinizi diye düşünüyorum.
Bu genel, biraz da uzattım. Biraz sizlerin sorularını cevaplayayım. Buyrun;
Soru: Öncelikle Hüsnü Bey bu tatlı sohbetinizden dolayı teşekkür ediyorum. Gerçekten sizin gibi tecrübeli bir iş adamını ve gerçek bir girişimciyi dinlemek çok haz verici, şevk verici bir şey. Soruma geçiyorum; Türkiye’nin bulunduğu konumu biliyorsunuz işte Ortadoğu, şu anki durum ortada. Siz Türkiye ekonomisine yön veren bir iş adamı olarak gelecek on yıl içerisindeki Türkiye’nin ekonomi trendini nasıl görüyorsunuz. Şu an Türkiye’nin ekonomi trendi yükseliş olarak görünüyor ama ne yazık ki komşularımızın durumu ortada, Yunanistan bile iflasın eşiğinde. Bu konu üzerinde sizin öngörünüz nedir bunu merak ediyorum. İkinci olarak da sizin Çin’de yapmış olduğunuz ve yapacağınız bir takım yatırımlar olduğunu biliyorum. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz, nasıl bir durumda yani? Çin zaten büyüyen bir ekonomi ama kısaca bilgi almak istiyorum. Teşekkür ediyorum.
Cevap: Sağ ol. Şimdi bir kere Türkiye önümüzdeki on senede nereye gider ve çevremizde olan biten ile ilişkili olarak Yunanistan’ın durumu, bir takım Ortadoğu Arap ülkelerindeki siyasi istikrarsızlıklar ne yapar? Şimdi tabii, bir kere Türkiye mutlaka gelişmeye devam edecek. Çünkü Türkiye bir yola çıkmış vaziyette ve dünyada ülkelerin relatif gelişmesini konuşmak daha doğru bence. Dünya’ya baktığınız zaman Türkiye birçok bakımdan gelişmeye çok elverişli ve müsait bir ülke. Şimdi burada neyi kast ediyorsunuz diyeceksiniz; bir kere Türkiye’de çok önemli bir demografik yapı var yani Türk insanı genç dolayısı ile bir dinamizm var. Nüfusu her sene 1 milyon artıyor, önümüzdeki 20-25 yıl sonra bu artış 800binlere falan inecek. Geçen gün vardı basında, 92 Milyondan sonra biz de aşağı gitmeye başlayacağız 2040-45’ten sonra. Ama Türkiye önümüzdeki on yıl, yirmi yıl demografik olarak gelişmeye devam edecek. Bir taraftan Almanya’ya bakın, Almanya her sene 400bin azalıyor 84 milyon nüfusu var; Ukrayna 46 milyon nüfusla her yıl 400bin azalıyor. Düşünebiliyor musunuz nüfusunun %1’ini her yıl Ukrayna kaybediyor. Şimdi bir kere demografik açıdan büyümeye çok müsait Türkiye.
İkincisi Türkiye’de çok önemli bir özel sektör var, çok dinamik bir özel sektör var ve sadece Türkiye’de değil yurt dışında da başarısını ispat etmiş bir özel sektör var. Bu da Türkiye’ye daha büyük fırsatlar yaratıyor çevre ülkelerde. Size şöyle söyleyeyim Türkiye’nin yurt dışındaki taahhüt işleri Çin’den sonra ikinci. Yani biliyorsunuz müteahhitlik sektöründe Türkiye çok başarılı, inşaat işlerinde hem Türkiye’de hem Türkiye dışında. Bir de tabii Türkiye’de çok başarılı özelleştirmeler yapıldı; birçok kamu kuruluşu özel şirket haline geldi satışlarla ve bu şirketlerin getirdiği çok büyük bir dinamizm var Türkiye’de. Siz gene gençsiniz, eski İstanbul Atatürk Havalimanını yani Yeşilköy Havalimanını hatırlarsınız herhalde bir de şimdiki Atatürk Havalimanına bakın, oradaki ekonomik faaliyete bakın, sadece dutyfreeshopların cirosuna bakın; oradaki özelleşme müthiş bir dinamizm kazandırdı havaalanlarına Türkiye’de. Birçok havaalanı o şekilde yapılabildi, işte devlet formülü ile.
IMF geldiği zaman 2001 yılında Türkiye’ye bir araştırma yapmışlardı Türkiye’de, bir kamu ihalesinin ortalama gerçekleşme süresi 18.9 yıl çıktı. Yani 4800 kamu ihalesini ele almışlar, bu bir sulama işi veya baraj olabilir, metro inşaatı, yol inşaatı olabilir; 18.9 yıl. Böyle bir fizibilite yapmayı düşünüyor musunuz yani hiçbir iş verimli çıkmaz 18.9 yılda tamamlandığı zaman. Size şöyle bir örnek vereyim; Türkiye’de çok büyük olmayan, 50-100 Mw büyüklüğünde kapasitesi olan bir baraj inşaatı bile 10-12 yılda bitiyordu. Şimdi bu baraj inşaatı bugün, özel sektör tarafından yapıldığı için 2 ila 3 yıl arasında bitiyor, aynı çapta baraj inşaatı. Ve tabii dolayısı ile Türkiye’de inanılmaz bir israf vardı çünkü şu yapılıyordu eskiden; her politikacı, her başbakan gidip bir yere temel atıyordu ve inşaatı başlatıyordu. Ondan sonra tabii aslında Türkiye’nin bütçesi, mali imkânları yılda on baraj yapmaya müsaitken veya 4-5 yılda elli baraj tamamlamaya müsaitken Türkiye’de 250 baraj ihale ediliyordu politik sebeplerle. Herkes kendi iline, kendi ilçesine bir baraj temeli atmaya gidiyordu. O zaman ne oluyordu tabii on barajlık para var her yıl baraj inşaatı için ama elli baraj yapılmaya çalışılıyor o yıl içerisinde dolayısı ile her birine 5te 1 para düşüyordu, tahsisat o kadar oluyordu. Müteahhitler kötülüğü olmuyordu bu o kadar para vardı, o kadar inşaat yapılıyordu. Şimdi normalde bir özel sektör kuruluşu bir baraj inşaatı yaptığı zaman bankalardan kredi alınıyor baraj için 3 yıl ödemesiz(baraj yapılma süresi), 7 yıl kredi geri ödeniyor. Şimdi bir özel sektör kuruluşu düşünebiliyor musunuz barajı on yılda yapsa, kredinin vadesi üretimden evvel geleceği için daha 4. yılda batacak şirket hatta faizini de ödeyemez yani. Bu kadar verimsiz işler yapılıyordu Türkiye’de, anlatabiliyor muyum?
Enerjinin de özelleştirilmesi Türkiye’nin önünü çok açtı ve bugün enerji özelleştiği için TEDAŞ’ın enerji fiyatı 24 Kuruş, piyasada enerji 14 Kuruş. Piyasada dediğim, özel bir şirketten elektriği alırsanız 14 Kuruş bir fabrika olarak; TEDAŞ’dan alırsanız, kamudan 24 Kuruş. Niye bu böyle oldu? Çünkü özel sektör de elektrik üretmeye başladı ve elektrik üretimi şu anda tüketiminden fazla olduğu için ikinci piyasada enerji 14 Kuruşa düştü; özel sektörün ilave arz yapmasından dolayı, enerji arzı yapmasından dolayı. Mesela şimdi Türk Telekom’a bakın, özelleşti; Türk Telekom, seyrediyorsunuz Cem Yılmaz’ı her akşam yani Türk Telekom eski Türk Telekom mu? Bakın ben size Türk Telekom ile ilgili bir anekdot anlatayım; Amerika’dan geldim, tam 1. köprünün açıldığı gün. Gene gittiğim gibi Venedik ’den vapurla Türkiye’ye geldim. Almanya’da kullanılmış bir araba aldım, araba vapuru ile geldim; eve geldik, bir kahve içtik rahmetli anne ve babamla, daha bir saat geçmedi –annemi babamı üç senedir görmemişim, gidip gelemiyorduk eskiden tabii, şimdi olduğu gibi- babam oğlum yarın hemen bir telefon için müracaat et dedi. Şaşırdım tabii, on yıldır Amerika’dayım, üç yıldır hiç gelmemişim; baba neden dedim ben. Oğlum şimdi telefon için müracaat edersen 2-3 sene içerisinde evlenebilirsin sen Türkiye’de, evine bir telefon lazım dedi. O zaman müracaat ederim baba dedim; oğlum 5 senede çıkıyor telefon sırası dedi. Şimdi siz anlayamazsınız bunu, ben 29 Ekim 1973’ten bahsediyorum, Boğaziçi Köprüsü’nün açıldığı gün oldu bu konuşma. Düşünebiliyor musunuz? Şimdi Türk Telekom bizi arayın ya GSM şirketi şunu yapın, şunu yaparsanız 1000dk daha konuşursunuz, bunu yaparsanız 50dk bedava konuşursunuz diye bangır bangır reklam veriyor. Eskiden böyle aracılar vardı, bu telefon sıralarına girerlerdi aynı bir maçın karaborsacıları gibi. Ondan sonra gazetelerde ilanlar; 50bin Liraya satılık telefon, 25bin Liraya satılık iş yeri telefonu, ev telefonu 5bin Lira diye… Arkadan başını şey yapan dinleyiciler var, benim jenerasyona yakın benden çok daha genç ama dinleyiciler.
Yani şunu demek istiyorum; özelleştirme piyasayı bu kadar geliştiriyor enerjide ve telefonda olduğu gibi yani bir ürünün arza sunuş şekli, pazarlanması. Türkiye bambaşka bir dünyada şu anda, Yunanistan ile farkını da söyleyeyim; Türkiye’de insanlar deli gibi çalışıyorlar, Yunanistan’da insanlar çalışmıyor. Yunanistan’ın son 25 senede Avrupa Birliği’nden aldığı para 80 Milyar Euro. Yunanistan’ın 10.5 milyon nüfusu ile Türkiye’nin 70 milyon nüfusunu karşılaştırırsanız Türkiye’nin bir yerden hibe olarak son 25 senede 1 trilyon dolar, yani kişi başına vurduğunuz zaman, almasına eş değer. Hala bu durumda, anlatabiliyor muyum? Türk ekonomisi gelişmeye devam edecek, tabii gelişirken de bir takım dengeleri kurması lazım; işte cari açık dengesi diyoruz, döviz kazandırıcı işlemleri arttırması, inovasyonu arttırması lazım, daha katma değerli ürünleri üretip satması lazım aynı Uzak Doğu’da zaman içerisinde Japonya’nın, Çin’in, Kore’nin yaptığı gibi. Biraz uzun cevap verdim ama ikinci soru neydi?
- Teşekkür ediyorum. İkinci soru Çin’de yaptığınız yatırımlar. Bir de özür diliyorum, bir soru daha sormak istiyorum şimdi aklıma geldi de.
Siz iki soru hakkınızı kullanın, burada da var yani ikinciye cevap vereyim. Çin’de bir alışveriş merkezi yapıyoruz, 15 Kasım’da inşallah açılacak; inşaat hızla ilerliyor ve %60’ı kiralanmış vaziyette. Çin’de çok yatırırım yok, bir tane var ama bayağı büyük bir yatırım. 200 küsur milyon Dolarlık bir alışveriş merkezi, inşallah onu başarı ile tamamlayıp, kiralayıp ondan sonra göreceğiz rakamları ve devam edip etmeme kararını vereceğiz.
Soru: Merhaba, ben bir şey sormak istiyorum yanlışsam lütfen düzeltin: 2001 krizinden 1-2 sene sonra 220 milyon Dolar civarında yurt dışından bir bankanın Finans Bank’ı almak için size teklif sunduğunu ama sizin de parayı az bulduğunuz için teklifi reddettiğinizi duydum. Neden bu kadarı verdiniz, bunu hep merak etmişimdir çünkü hani 5-6 sene sonra çok daha iyi bir exit yaptınız. İkinci sorum da HBS’dan mezun olduktan sonra Türkiye’ye geldiğinizde neden inşaat ile ilgili hiçbir iş yapmadınız ki hani bu yıl da, o kadar sene beklediniz, daha yeni Çin’de yaptınız?
Cevap: Birinci soruya cevap: İyi takip etmişsiniz, o zaman Türk bankacılık sistemi 2001’de o kadar kötüydü ki bütün bankaların aktiflerinin değerini bile ölçmek zordu; mesela hazine bonolarının değeri. Faizler o kadar yükselmişti ki hani 2000’de %38, 2001’de %150, otomatikman tabii faizler öyle yükseldiği zaman bononun değeri düşüyor. Bir de tabii kredilerin sağlığı ölçülemedi aynı zamanda. Yani ben satmaktan vazgeçtim değil müşterek, onlar almaktan ben satmaktan vazgeçtik gibi oldu; gittikçe şartları ağırlaştırdı alıcı olması söz konusu olan kurum. Onun üzerine ben de vazgeçtim, tabii ikimiz de vazgeçtiğimiz zaman önce üzüldüm hani kriz devam eder diye sonra hızlı bir şekilde kriz bittiği için o alışverişin olmadığına çok sevindim. Çünkü 200 milyon Dolar, 6 milyar Dolar arada bayağı bir fark var. 200-600 değil yani; 200, 6 milyar Dolar yani 2001-2006. Ama işte Türkiye böyle bir ülke yani Finans Bank’ın değeri geriye dönüp bakarsanız, aranızda borsa ile ilgilenenler var ise, 2000 yılının Eylül ayında 709 milyon Dolar ile en tepe noktaya çıkmıştı. Sadece sekiz ay sonra Haziran 2001’de 84 milyon Dolara indi. 709-84, sonra 84’ten güzel güzel 6 milyar Dolar’a doğru mesafe kat etti. Ben buna roller coaster diyorum. Tabii bir ülkede kriz olduğu zaman en çok etkilenen sektör otomatikman mali kurumlar oluyor Amerika’da olduğu gibi. Yani Amerika’da biliyorsunuz 2008’de en çok mali kurumlar etkilendi; böyle çok büyük sanayi şirketleri batmadı yani GM batıyordu onu da Obama kurtardı sonra.
-İnşaat?
Ben hiçbir zaman inşaat yapmadım, ben inşaat mühendisliğimi sadece yaz aylarında staj şeklinde kullandım Amerika’da iken. Bir yaz kadastroculuk yaptım, o alet var ya bir tane hani –teodolit, unutmuşum bile bak, ondan sonra bir de baraj inşaatında çalıştım Metaline Falls diye bir baraj. Tam Kanada ile Amerika uzunluğunda; Washington eyaletinin en tepe noktasında, hudutta çalıştım üç ay. Aslında tabii inşaat yapmadım dediğim zaman development yaptım, gayrimenkul geliştirme yaptım ve yurt dışında da o işe ilk başlayanlardan biriyim. 1997 senesinde Bükreş, Romanya’ya gidip iki tane arsa aldık biz ve ilk alışveriş merkezini 1999’da tamamladık orada. İkinciyi de 2004’te; inşaatı ihale ettik bizim müteahhitler yaptılar bizim bir fiil bir inşaat şirketimiz yok, yani inşaat yapan bir şirketimiz yok. Ama dediğim gibi yani inşaat yapıyoruz, üniversitenin inşaatını yapıyoruz, 50bin m2 yaptırıyoruz. Birinci etap olarak gelecek sene inşallah 50bin m2 daha bitireceğiz, 100bin m2lik inşaat da orada yapıyoruz. Her yerde inşaat yapıyoruz; Çin’deki inşaat 316bin m2 yani yılda birkaç yüz milyon dolarlık inşaat işini müteahhitlere yaptırıyoruz.
Soru: Verdiğiniz bilgilerden dolayı teşekkür ederiz Hüsnü Bey, iki tane soru soracaktım: Neden bankanız Fiba Bank değil de Fiba Banka, değişik bir isim gibi geliyor bizlere. İkincisi eski bankanız Finans Bank ile taksitli kredi kartı gibi böyle değişik ürünler piyasaya sundunuz. Yeni bankanızda farklı ürünler gelecek mi? Teşekkür ederiz.
Cevap: Şimdi niye Fiba Banka, Fiba Bank değil. Rektörümüz hocam bana e-mail atıyor; Hüsnü Bey lütfen bunun adını Özyeğin Bank koy hani üniversitenin de adı daha kolay marka olur diye. Ben öyle bir banka ismi koyamayız, Özyeğin diye dedim; öyle bir anlaşmazlığımız oldu hocamla. Bankanın ismi konmuştu tabelaları değiştiremezdim zaten de ama biz reklam şirketi seçtik, çok da değerli bir reklam şirketi. Bizim tartışmamız Fiba Bank mı olsun Fiba Banka mı olsun şeklindeydi, çok ısrar ettiler Fiba Banka olsun diye. Bir de tabii şunu da düşündük biz, Fiba tabii Fiba Grup’un ismi; aslında Fiba Finans Bank’ın Fi’si ile Ba’sı yani holding ismi oradan geldi. Fiba Bank yapsak Finans Bank’a da daha çok benziyor, çok da benzetmek istemedik ama grubun adını kullanmak istedik. Böyle bir şey oldu.
Fiba Banka’da çok yeni bir ürünümüz olacak, herkesin çok seveceği. Tüketici kredileri vereceğiz, otomobil kredileri vereceğiz ve müşterinin bunu geri ödeme zorunluluğu olmayacak. Özel bir ürün, merakla bekleyin ocakta başlıyoruz.
Soru: Hüsnü Bey, ben Eskişehir’den geliyorum Mehmet Semihpek adım. Reklamcılık ve Halkla İlişkiler öğrencisiyim, hazır böyle reklamdan bahsetmişken. Ben bazı girişimcilerde, liderlerde çok titiz, hassas oldukları bazı noktalar olduğunu fark ediyorum ve kendilerini lider yapan sebepler aslında bunlar. Ben şunu merak ediyorum; belki ileride bir girişimle ben bir ajansın sahibi olacağım ve reklam verenlerin böyle hassas noktaları benim için önemli değerler olacak. Hüsnü Özyeğin nasıl bir reklam verendir, titiz olduğu noktalar nelerdir ya da dijitale bakış açısı nedir?
Cevap: Tamam birkaç şey söyleyeyim o konuda. Şimdi bir kere bir kurumun sunmaya veya satmaya hazır olmadığı bir hizmet veya ürünün reklamını yapmaması lazım. Kaliteyi tutturmadan bunu yapmaması lazım; mesela biz Fiba Bank olarak ilk bireysel kredi reklamımızı büyük ihtimalle ocak ayından sonra vereceğiz çünkü alt yapımız o zaman hazır olacak. Biz şimdi bireysel kredi vermiyor muyuz? Veriyoruz ama şubeye gelip bunu soran veya bizim bir pazarlama müşterimiz çevredeki dükkânları dolaşıp bulduğu bireysel kredi isteyen birisine. Hani pazarlama yapıp verilen massmediayı kullanmadığımız bir sistemle pazarlıyoruz. Çünkü zaten biz bugün yüzlerce bireysel kredi verecek alt yapıya sahip değiliz ama bir yandan da o bireysel kredileri veriyoruz ki hangilerinde faiz, anapara ödeniyor hangilerinde ödenmiyor öğrenmek için yani scoring sistemimizi oluşturmak için vermeye başladık Türkiye’de bireysel kredi. Ama mesela günde 20-25 tane 30 tane veriyoruz yirmi şubede, yani her şubede 1-2 tane belki üç tane veriyoruz.
Şimdi reklamda vetanıtımda, dediğim gibi, taahhüt ettiğiniz hizmeti çok iyi sunmanız lazım. İkincisi de ben aslında reklama hem çok inanan hem de çok inanmayan bir insanım; reklamsız ürün satmak sadece daha ucuz değil daha da, bazen, doğru oluyor, o sizin tamamen dağıtım kanallarınıza bağlı. Size bir örnek vereceğim –birkaç örnek verebilirim- benim Fiba Sigorta diye bir şirketim vardı belki duymuşsunuzdur, 2002’de kurdum. O benim çok hoşuma giden bir şirketti çünkü ilk defa işin başından –mesela Finans Bank’ da bunu yapamadım aslında benzerdi ama- bir genel müdür seçtim ve o genel müdüre sen ekini kur, ben ekibe bu sigorta şirketinden %10 hisse vereceğim dedim. Girişimcinin yapması gereken paylaşmak dedim değil mi, ben şimdi hisse vermeden de oluşturabilirdim bu ekibi, ücreti biraz daha yüksek verirdim belki ama herkesi bu heyecanın içine katmak istedim. 5 milyon sermaye ile kurduk zaten 2002’de, 5 milyon sermayenin %10’unu onlar koydular –yarısını ben verdim, yarısını onlar koydular o paranın 250 bin Lira ben verdim 250 bin Lira onlar koydular, aralarında paylaştırdılar- sonra o şirket, belki de bu arkadaşlar ortak oldukları için, Türkiye’de ilk defa belki son defa televizyonda ve basında 1 Liralık reklam yapmadan satıldı. Geçen sene sattık şirketi, sekiz yıl bizim sahipliğimizde olan bir sigorta şirketi ve bireylere hizmet veren bir şirket –şirketlere de veriyordu, bireylere de veriyordu- kasko yapıyordu o birey tabii kaskonun arabası veya şirket arabası, yangın sigortası, mühendislik, kırılma sigortası, kargo, nakliye sigortası vs. Tabii orada ajentalarımız vardı Türkiye’de 440 tane. Ama yani biz brand’in,Fiba Sigorta’ya güven gelsin falan hiç reklamını yapmadık. İşte diyorum ki masraf olmasın diye yöneticiler yapmıyordu belki çünkü ben işleri tamamen onlara bıraktım ama o şirket Türkiye’nin en başarılı şirketi oldu sigorta sektöründe. Bakın şimdi Anadolu sigorta 100 yıllık, Ak sigorta 60-70 yıllık şirket, biz Fiba Sigorta olarak 2002’de kurduk 2010’da Sompo Japonlara sattık ve şirket son 2-3 sene sermaye üzerinden en yüksek karlılığa sahip ve o sekiz yıl boyunca bizim yönetimimizde ve sahipliğimizde %’de olarak en hızlı gelişen şirket oldu. %3 Pazar payına ulaştı bu çok eski sigorta sektöründe. Yani biraz reklama değinmek istedim.
Mesela biz Rusya’da da bireysel bankacılık yapıyoruz ama aşağı yukarı hiç reklam vermedik ama kullandığımız kanallar önemli. Biz mesela otomobil kredisi için Rusya’da reklam yapmıyoruz çünkü Rusya’da şöyle bir sistem var: Elemanlarınız gidiyor bayide oturuyor, bayinin holünde, arabaların arasında bir laptop ile; müşteri geliyor arabayı seçiyor müracaatı yapıyor siz merkeze yolluyorsunuz onaylanırsa adam parayı ödemeden tamam deyip gidiyor. Biz onu ödüyoruz, krediyi veriyoruz ya müşteriye, müşteriden alıyoruz imzaları galeri sahibinin hesabına geçiyoruz parayı otomobilin satış bedeli olarak. Mesela orada da çok az reklam yaptık, Rusya’da; yani şöyle söyleyeyim size 500 milyon Dolar sermayeli bir bankamız var orada yılda 1 milyon Dolar reklam yapmıyoruz bireysel bankacılık yapıyoruz ama. Çünkü Rusya’da reklam çok pahalı bir şey yani 140 milyon nüfus, Rusya biliyorsunuz Amerika’nın 4-5 misli coğrafik büyüklük olarak, şehirleri birbirine çok uzak yani her yerde TV, basın falan çok zor bir iş. Reklam yapmak için ya Unilevel olacaksınız ya Procter andGamble olacaksınız ya deterjan satacaksınız ya sabun satacaksınız, çok yaygın bir ürün satıp yüksek cirolar yapacaksınız o zaman kurtarabilir. Zaman zaman billboardlara girdik, metrolara girdik. Böyle deneme reklamları diyelim 100-250bin Dolarlık, 500 bin Dolarlık senede bir defa iki defa; bakalım ne oluyor, ne kadar telefon geliyor diye. Şimdi tabii internet bankacılığına başladık Rusya’da dolayısı ile reklam ihtiyacımız biraz daha azalacak ama ona da işte banner vereceğiz, onları Yandexdiye bir sosyal medyaları var, Google’a vereceğiz falan o şekilde tanıtım yapacağız. Buyrun.
Soru: Merhabalar, arkadaş reklamcı olduğu için reklamcılık yönünden baktı; ben de bir Uluslararası Ticaret ve Finansman öğrencisi olarak daha çok yatırım yönünü merak ediyorum sizin yaptığınız yatırımların hani başarısız olduğunuz birkaç örnek verdiniz, başarılı olduğunuz sektörler zaten ortada. Benim merak ettiğim Hüsnü Özyeğin bilinmedik pazarları mı tercih ediyor, niş pazarları mı tercih ediyor yoksa rekabetin yoğun olduğu bilindik sektörleri mi tercih ediyor ve bunu tamam bu işi yapalım dediğinde ne tür fizibilite araştırması oluyor, ne tür kararlar veriliyor bunları merak ediyorum.
Cevap: Mesela size bir de Türkiye’de yapmadığım Rusya’da yaptığım iki tane işten bahsedeyim. Mesela ben hiç Türkiye’de filo kiralama işine girmedim, o pazar zaten çok sıkışık bir pazar yani çok rekabet var o pazarda; filo kiralama şirketi hani maçlarda çıkıyor ya Hedef falan diye. Rusya’da girdik bu işe mesela biz ve iki tane Dünya devi ile rekabet ediyoruz biri Societe Generale France bankasında öteki de France bankası Paribas’nın kuruluşu. Fransızlar bu filo kiralama işini çok seviyorlar çünkü içerisinde finansman componenti var, arabayı çünkü aylık taksitler ile kiralıyorsunuz ya otomatikman bankaya da bir finansman potansiyeli sağlıyor, finansman yapma potansiyeli. Mesela orada öyle çok küçük bir sermaye ile, yani bir finansal işe göre çok düşük, 500 bin Dolar sermaye ile başladık ve orada başarılı oluyoruz yani şu ana kadar 1500 araba kiraladık, bu senenin sonunda 2500 araba olacak. Burada, benim oğlumun çok iyi bir arkadaşı var Türkiye’de o bu işi ilk yapanlardan, o bizim danışmanımız gibi bu işte, Rusya’da mesela. O işin püf noktalarını çok iyi biliyor, ondan bir takım bir şeyler alarak, yönetim kurulu toplantılarımıza falan geliyor iki ayda bir.
Şimdi tabii biz Rusya’da çok başka işler yaptığımız için orayı çok iyi biliyoruz yani landscape dediğimiz, Rusya’da ne başarılı olur ne olmaz diye. Bir de Rusya’da şu anda başa baş noktasına yeni ulaştığımız Wall Street Institute yapıyoruz, İngilizce öğretme işi. O da şimdi bambaşka bir şey, ona nasıl girdim; bir yatırımcı konferansı vardı Paris’de, bu işi birileri Çin’de yapıyoruz diye takdim ettiler, adam konuştu, peki bu işi Rusya’da yapıyor musunuz dedim, hayır yapmıyoruz dedi, biz müracaat etmek isteriz dedim girişimcilik ruhu ile, hemen konferanstan sonra gittim adamın yanına. Ve o işe girdik, o yapmasaydık da olurdu dediğim tipte bir iş, ya illa da yapmak zorunda mıydım? Bir sene önce ya bu işe niye girdim dedim sonra şu anda da yapmasaydım da olurdu diyorum, biraz daha iyi durumda çünkü şirket. 5. merkezi açtık Moskova’da, 3200 tane öğrencimiz var –hocamı devamlı tahrik ediyorum diyorum ki Rusya’da 3200 öğrencimiz var üniversitede daha ancak bu sene 1600 öğrenci olacağız onun için de elini çabuk tutmasını söylüyorum- Rusya’da o kadar öğrencim var yani ama tabii onlar bir yıllık öğrenci, program bir yıl devam ediyor. Ama benim düşüncem, iş iştir diye düşünüyorum; başa baş noktasına geldi inşallah önümüzdeki yıl kar edecek diye ümit ediyoruz ama daha sadece Moskova’dayız düşünün yani. Moskova’yı sekiz merkez yapacağız, bu işin daha St. Petersburg’u var, Rusya’da bir sürü bir milyonun üzerinde şehirler var.
Soru: Teşekkürler konuşma için Sadık Kocabaşa ben. Şu an burada, Girişim Fabrikası’nda on iki tane girişim var. Siz burada 50-100 tane girişim olsun istiyorsunuz da on iki tane mi girişimci geldi yoksa hani on iki ile başlayalım işler iyi gittikçe büyütürüz mü diyorsunuz?
Cevap: Bizim bir kotamız yok yani biz on iki ile başlayalım demedik on iki oldu. Biz bir tavuğa sen yumurtlama bugün diyemeyiz. Adı zaten Girişim Fabrikası, kuluçka merkezi gibi bir şey bu yani ne kadar yumurtlarsa o kadar yumurtlayacak. Yeni tavukları bekliyoruz.
Soru: Murat Aydemir, Boğaziçi Üniversitesi İşletme. Hocam bizim de bir girişimimiz var, ben açıkçası kendi sorunumu size sormak istiyorum. Birkaç hafta sonra yatırımcı görüşmelerine başlayacağız bir iş projemiz var web ile ilgili ama arkadaşla konuştuk ve stratejik bir karar gereği sektör dışından bir yatırımcı alamaya karar verdik. Ama birkaç aile içi deneme yaptığımızda yani yakın çevreden kimselere sunum yaptığımızda çok ilginç şeylerle karşılaşıyoruz; web ile ilgili projeniz var bir müteahhit amcaya sunuyorsunuz, amca ben bilgisayarın fişini çekerek kapatan biriyim anlayamadım diyor. Dolayısı ile proje dosyasını öyle bir hazırlamamız gerekiyor ki sektör dışından birisine bu yatırımı, proje dosyasını sunduğumuzda karşımızdaki yatırımcıyı tavlayabilmemiz gerekiyor. Tabii ki dünya üzerinde genel geçer şeyler var, bizim çeşitli şeyleri sunmamız gerekiyor; break evenı erken görecek miyiz, sağlam bir proje dosyamız var mı, gelir kalemlerimiz iyi mi gibi. Ama benim size sormak istediğim şey şu; varsayalım ki ben size bir girişimci olarak geldim ve sizin bugüne kadar hiç ilgilenmediğiniz, ekibinizin de fikir sahibi olmadığı niş bir alanda size bir proje sundum, siz bu projeyi ve o girişimciyi hangi kriterlere göre değerlendirirsiniz, temel stratejim ne olmalı bunu sunarken? Teşekkür ederim.
Cevap: Ben şimdi o girişimciye güzel bir kahve veya çay ısmarlarım, kahvenin 40 yıllık hatırı var derim, kısa olarak dinlerim, sonra da kusura bakmayın ben bu sektörü hiç bilmiyorum derim. Onun için siz bu sektörü bilmeyen birisine gittiğiniz zaman o kişiye mutlaka şunu söylemeniz lazım: ne olur bu işlerden anlayan biri yanında bulunsun. Yani onun güvendiği bir kişi çünkü o müteahhit sizin yaptığınız şeyi anlayamaz diye düşünüyorum, anlatabiliyor muyum? Ben çünkü değerlendiremeyeceğim bir şeyi değerlendiremem yani benim sizin bana anlatmanızla değerlendirmem mümkün değil yani anlatabiliyor muyum? Çünkü o sektörün içerisinde değilim ben, o sektöre girmek üzereydim ama o yatırımı beğenmemiştim 1993’te, Turkcell’i getirdiler bana. Daha doğrusu Turkcell’i Türkiye’ye getiren adamın adı Murat Vargı’dır, ben onunla İskendurun 5. Bölük Deniz Piyade askerlik yaptım ranzalı yatakta ben aşağıda yatıyordum, o yukarıda yatıyordu. Ve o Turkcell işini getirdiği zaman bana Motorola şirketi ile bir öğlen yemeği yedik –ben de bankayı kuralı 2-3 sene olmuş, daha bir takım borçları falan ödüyorum zannettim ki çok büyük para lazım bu iş için, aslında çok az bir para ile kuruldu Turkcell, Fin hükümetinin export kredileri ile kuruldu bütün o baz istasyonları falan. Onun üzerine tabii eski patronum Mehmet Karamehmet’i yolladım Murat’a. Birbirlerini hiç tanımıyorlardı, o şirket de öyle kuruldu. Dolayısı ile girişimci olarak her işi doğru yapmamışım, değil mi?
Soru: Nurettin Şahin, ben Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde okuyorum. Orada girişimciliğin, özellikle de internet alanında, çok zor olduğunu görüyorum yani üniversitemizin, özellikle devlet üniversitelerinde bu anlamda hiçbir destek yoktur. Devlet de böyle Koskep gibi küçük destekler ile bu işi götürmeye çalışıyor. Tabii üniversitelerin olmadığı bir ortamda olmasının ben çok zor olduğunu düşünüyorum, bu anlamda Özyeğin Üniversitesi –özel üniversiteler arasında- bir ilk bence. Bu anlamda hani diğer üniversitelerde iş birliği yapıp bunu daha ilerletmeyi düşünüyor musunuz? Bir de benim -sizin de olduğu gibi siz İzmir’den İstanbul’a gelmişsiniz hocam 10 yaşında, ben de İstanbul’dan İzmir’e gittim 10 yaşımda yatılı olarak, geleceğim de inşallah sizin gibi olur diyorum.
Cevap: İnşallah. Sizin bir daha geri dönmeniz lazım şimdi İstanbul’a. Yalnız siz bir kere adınızı Nurettin’den Nuri’ye çevirin, Nuri Şahin olarak daha fazla tık alırsınız. Nerede Nuri Şahin, Real Madrid’e gitti değil mi? İnternet biliyorsunuz, isimler karışabilir. Kolay mahkeme kararı alırsın, Nurettin’in kısaltılmışı Nuri oluyor.
-Tamam hocam, tavsiyenizle mahkemeye başvuracağım. Bir de sizin mesela bugüne kadar ki tecrübelerinizden, işte girdiğiniz işlerde başarılı olduğunuzda neden başarılı oldunuz, başarısız olduğunuzda da neden başarısız oldunuz? Biz yeni girişimcilere söylemek istediğiniz neler olabilir Teşekkürler.
Şimdi bakın, bu işte şöyle bir özet yapayım ben size; bir işte başarılı veya başarısız olmak tamamı ile sizin elinizde de değil. Konjonktür de çok önemli. Biz şu anda on ülkede bankacılık yapıyoruz yurtdışında. Bu ülkelerin bir kısmında çok başarılıyız, bir kısmında orta başarıdayız, bir tanesinde çok demeyeyim çünkü banka başarısızız. Şimdi o ülkede neden başarısızız çünkü o ülkede ekonomi çok kötü durumda; biz değil bütün bankalar başarısız. Bu çok önemli, bakın yani ortam çok önemli. Aynen tohum diyoruz hani, tohumu nereye dikiyorsunuz; tohum bir kere doğru toprağa dikmezseniz –bütün toprağı da değiştiremezsiniz- ona istediğin kadar zirai ilaç koy, istediğin kadar sula, istediğin kadar güneş görsün, hava şartları vs. bir işe yaramaz yani tohumun, toprağın doğru olması lazım, nereye ekip biçtiğin çok önemli, anlatabiliyor muyum? Şahsi başarı aynı zamanda çok önemli, yani şans da önemli, konjonktürolarak şans da çok önemli bir şey. O ülkede, o sektörde hakikaten doğan fırsat doğru zamanda mı doğmuş, siz onu zamanında mı kullanmışsınız? Bu faktörler çok önemli.
Bir kere şeye çok memnun oldum, bu hükümet içerisinde bir başbakan yardımcılığı ihdas ediliyor bilim ve teknoloji konusunda bence bu çok pozitif bir şey. Çünkü bu iktidar biliyorsunuz bu inovasyon, ar-ge geliştirmeleri için de çok daha fazla Tubitak’a destek vermeye başladı; Türkiye şu anda 1000’de 8,5 gibi gayri safi milli hasılasını buna ayırıyor. 1000’de 8,5 ne demek: 750 milyar Dolarlık bir ekonomide 6 milyar Dolar demek yılda, bu Türkiye için önemli bir para ve bunu da 2023 yılında bildiğim kararı ile 100’de 3’e çıkaracağız diyorlar. Yani o günkü bizim gayri safimiz milli hasılamız ne olur konuşuruz ama 750 milyar Doların 100’de 3’ü 22,5 milyar Dolar ediyor. Dolayısı ile bir kere burada ciddi bir destek, sadece birebir Tubitak’dan şahıslara değil Tubitak’dan üniversitelere, Tubitak’dan sanayicilere; bu ar-ge parası bir takım kanallardan herkese akacak. Herkes dediğim, bir takım inovasyon yapan hem bilişimcilere hem sanayicilere akacak dolayısı ile Türkiye ortamında bu işler için -üniversiteler de bu işlere dâhil, çok önem veriyor, yeni tekno parklar kuruluyor- bir on sene öncesine göre çok şeyler yapılıyor. Ve ben tabii Türkiye’nin bu işlerde niye Hindistan gibi başarılı olmasın diye düşünüyorum yani Hindistan yıllık 10 milyarlarca Dolarlık software ihraç ediyor, düşünebiliyor musunuz, 10milyarlarca Dolar software üretip ihraç ediyorlar. İyi bir eğitim, iyi bir ortam bunların gelişmesinde önemli. Türkiye neden böyle turizmde bu kadar başarılı oldu, biz turizmi biliyor muyduk yani 30 sene önce? 30 sene önce Yunanistan’ın turizm geliri bizimkinin beş mislimizdi, şimdi bizim turizm gelirimiz bu sene Yunanistan’ın üç misli olacak yani düşünün kaç kat büyümüşüz. Niye biz bunları teknolojide yapmayalım; Türk insanı bir kere buna muktedir, bir kere kendimize güvenmemiz lazım, ben inanıyorum ki bunların hepsi olacak tedirginliğe kapılmayalım. Bu fırsatlar Türkiye’de gelişiyor, siz de şanslı bir nesli temsil ediyorsunuz ki bu dönemde bu yaşınızdasınız. Buyrun.
Soru: Siz üniversite hayatından döndükten sonra çok ciddi bir profesyonel kariyer yaşıyorsunuz banka genel müdürlüğüne kadar. Aslında o dönemde girişimciliği biraz kenara bırakıyorsunuz. Sonra ne oldu da o kadar keskin bir karar verip üst düzey yöneticiyken bırakıp girişimciliğe kadar verdiniz?
Cevap: Bana bir fırsat doğdu. Yani şöyle bir fırsat doğdu; Yapı Kredi bankası –ben şimdi kitap yazıyorum bunların hepsi olacak onun içerisinde, onun için çok fazla bilgi vermeyeceğim kitabı da alasınız diye, kitabın geliri vakfa bağışlanacak yani oradan sizden para kazanmayacağım- 1984 yılında bayağı zor bir durumdaydı. Ben genel müdür oldum ve 87 yılında bankayı hakikaten çok iyi bir şekilde bir yere getirdim 3,7 sene gibi bir süre içerisinde. Ben ve ekibim tabii, ben hiçbir zaman kendimi sadece bu işleri yapıyor gibi görmüyorum, öyle bir şey de olamaz zaten; on bin kişinin çalıştığı bir müesseseydi Yapı Kredi o zaman da. O zaman bana şöyle bir şans doğdu; hazine ve dış ticaret müsteşarlığı ve o dönemin Adalet Bakanı benim orada verdiğim hizmeti takdir etti ve ilk defa olarak Türkiye’de bir profesyonel yöneticiye, yani bir gruba değil, banka kurma lisansı verdiler. Bu bir daha olmaz Türkiye’de bence, Dünya’da da olmaz, yurt dışında da olmaz artık bu. Öyle bir fırsat doğunca tabii, böyle bir şeyin olabileceğine son güne kadar inanmadım ama oldu. Niye böyle –zamanlama.
-Bir ünlü hikâye var; patronla da anlaşamamışsınız falan filan diye. Böyle bir şey var mı?
Yok, patronla her zaman çok iyi anlaştık. Bir tek bana hisse vermek istemedi bana %1 hisse istedim, onu da bana vermediği için her akşam kendisine dua ediyorum beddua değil. Ne kadar doğru bir şey yapmış vermemekle ki ben kendi bankamı kurabildim. Evet?
Soru: Merhabalar, ismim Emre Ertan. Sizi daha önce birkaç defa dinleme şansı buldum, tekrar teşekkür ederim bu değerli paylaşımlarınız için.
-Aynı şeylerimi söyledim orada?
Yok, hayır yine farklı. Her seferinde farklı bir şeyler öğrenebiliyoruz, benim sorum yine bu kurumsal hayat ve girişimcilik ile ilgili. Türkiye’de girişimci dendiği zaman örnek gösterilen kişilerin belki de başında geliyorsunuz, bunun da kişilik meselesi olduğunu söylediniz yani kişilik özellikleri –girişimciler, bazıları girişimci doğulur deniyor, bazıları öğrenilir diyor ama- Özellikle girişimcilerin kurumsal hayatta zorlandıklarını da görüyoruz çoğu örnekte. Bankalar da, sektöre baktığımız zaman, en çok kurumsal hayatın yaşandığı yerler; çok uzun yıllar bankada kurumsal olarak çalıştınız hiç girişimciliğinizin verdiği kişilik özelliklerinizden dolayı orada bir sıkıntı çektiniz mi?
Cevap: Yok, o benim avantajıma oldu. Yani şöyle avantajıma oldu; mesela Türkiye’de Pamuk Bank genel müdürü iken ilk müşterinin ayağına giden bankacı oldum ben. Eskiden Türkiye’de banka müşterisi şube müdüründen zor randevu alırken, ben bankanın genel müdürü olarak ki bütün Dünya’da yapılan bir şey bu bilhassa Amerikalılarda, pazarlama kavramı Türkiye’de son 15-20 senenin bir kavramı bankacılıkta. Bakıyorsunuz kartına pazarlamacı diyor, 20 sene önce böyle bir şey yoktu. Size bir örnek vereyim; mesela Pamuk Bank’da yönetim kurulu üyesiydim daha genel müdür de olmamıştım 1975 senesinde DSİ o zaman böyle baraj veya sulama ihaleleri yapardı kamu kurumu olarak. Ve bunlar ilan edilirdi resmi gazetede, on müteahhit mesela bir baraj veya yol da olabiliyor, karayolları da ihale yapıyordu, inşaatına girebiliyordu ve müteahhitler bankalara müracaat ediyorlardı teminat mektubu almak için. Geçici teminat mektubu var işte Türkiye’de%3’tür geçici mektup sonra performance garantisi var işi alırsanız o %6’dır, böyle teminat banka mektupları alırlar. Şimdi orada benim aklıma şöyle bir şey geldi; müteahhitleri bankada beklemek yerine -30 tane banka var, her birine gelebilirler- elime çanta alıp, müteahhitlerin çoğu da Ankara’da idi, onlara gidip sizin teminat mektubunuzu biz verelim diye pazarlama yapardım ve on tane müteahhitin bütün teminat mektuplarını biz verirdik Pamuk Bank’dan. Bir mektuptan 1000’de 5 komisyon alınırdı, geçici mektup çünkü ertesi gün kazanamazsanız iade ediyorsunuz zaten mektubu, on müteahhite verince 100’de 5 komisyon alırdık biz her birinden 1000’de 5 alarak. Aslında bankanın riski aynı risk çünkü o müteahhitlerin sadece bir tanesi o işi alıyor, dokuz mektup iade ediliyor. Yani size bir kurumdaki girişimcilik örneğini anlattım; siz oturup beklerseniz müşteri gelmiyor, anlatabiliyor muyum? Bir sürü müteahhit şaşırıyordu tabii; bu adam ne arıyor burada hem idare meclisi üyesi, çünkü idare meclisi üyesi görmemişlerdi şimdiye kadar, bir bankanın idare meclisi üyesi müşterinin ayağına gitmiş “teminat” mektubu pazarlıyor, böyle bir kavram yoktu, anlatabiliyor muyum? Kurumlarda da girişimcilik çok önemli.
Zaten benim şahsi kanaatim, bunu da söylemeden geçemeyeceğim, yani hakikaten böyle dahiyane bir buluşunuz yoksa mezun olduktan sonra bir kurumda çalışmanız ama bu kurumu seçerken tabii size fırsat tanıyacak bir kurum olması lazım yani o kurumda sizin ilerlemeniz için, kendinizi geliştirmeniz için yeterli bir ortam olması lazım. Çünkü bir kurumda çalıştığınız zaman kendinizi daha iyi tanıyorsunuz, ikincisi kapasitenizi daha iyi ölçebiliyorsunuz çevrenizdeki insanlar ile, üçüncüsü networking yapabiliyorsunuz; Amerikalıların bir lafı vardır “It’s not whatyouknow but whoyouknow.” diye yani networking çok önemli. Bir sektörü tanımak çok önemli; esasında ben banka promosyonu yapmaya gelmedim buraya ama bir bankada çalışmak iyi bir şey çünkü birçok sektöre ekspoze oluyorsunuz, herhangi bir sanayi kuruluşuna girmek yerine. Veyahut Ar-ge’ye önem veren bir sanayi kuruluşuna girebilirsiniz, bir girişimcinin kendini daha bulabileceği bir ortam olabilir orada çünkü ne de olsa, her ne kadar Mark Zuckerberg Facebook’un büyük ortağı olarak şu anda 27 yaşındaysa, yani çok Mark Zuckerberg yok dünyada, değil mi? Bunu da hepimizin takdir etmesi lazım.
-Bir şey daha eklemek isterim aslında; peki yine girişimciliğin vermiş olduğu bir inisiyatif alma içgüdüsü var. Bu patronlar ile aranızda hiç herhangi bir anlaşmazlığa sebep olmuş muydu?
Şimdi şöyle, eğer siz bir başarılı yönetici iseniz patron sizinle her zaman anlaşır yani şirkete, kuruma değer yarattığınızı gören patron her zaman sizin tarafınızdadır, sizi daha çok serbest bırakır, daha doğrusu karışmaz. Mesela ben Fiba Sigorta çok başarılı bir şirketti, inanmayacaksınız ama, ben %90 ortaktım holdingin, onlar %10 ortaktı ama ben şirkete iki ayda bir gidiyordum 1-1,5 saat toplamda. Başarılı bir yöneticiniz olduğu zaman işi tamamen o yönetir yani sizin yapmanız gereken fazla bir şey yok aslında. Tabii öyle yöneticileri bulmak kolay değil, kolay gibi anlatıyorum da size öyle değil. İyi, dört başı mamur yönetici sayısı az. Bütün zaten işin sırrı o, o yöneticiyi o sektörde bulabilmek veya yetiştirmek. Tabii patronun da yöneticiyi yetiştirme şeyi var yani ona yetki verecek, mesela ben, patronum Mehmet Karamehmet, beni 29 yaşında yönetim kurulu üyesi yaptı, 32 yaşında da genel müdür yaptı. Ben tabii onun üzerine gençlere çok önem verdim, dedim ki ben 29 yaşında bu işi yaptıysam 32 yaşında, başkasından çok daha zeki değilim ki. Bir yerde ben de yöneticilerime hep erken sorumluluk verdim, mesela ben Finans Bank’ın ilk genel müdürünü yaptım, ilk Finans Bank’ı kurduğum zaman, 42 yaşındaydım o zaman. 2 sene hem yönetim kurulu başkanı hem genel müdür, sonra 89’un 1 Temmuzunda Ömer Aras’ı genel müdür yapmak istedim, Ömer A. Ulus 34 yaşındaydı. Benim için erken bu falan dedi, Ömer sen 34 yaşındasın ben 32 yaşında genel müdür oldum, sana güveniyorum ben de buradayım Yönetim Kurulu Başkanı olarak bir yere gitmiyorum, yaparsın neden yapmayasın dedim. Sonra tabii yurt dışındaki bankaları kurmaya başladık, orada 32 yaşında genel müdürlerimiz oldu bizim, Hollanda’da, İsviçre’de hep böyle 32, 33, 34 yaşında.
Bir kere mutlaka bir işe girecekseniz büyüyen bir kuruma girin statik bir kuruma girmeyin, büyüyen, gelişen bir sektöre girin çünkü gelişen sektör gelişen sektörler yaratıyor, gelişen şirketler de gençlere fırsat yaratıyor. Finans Bank’ı ben 24 kişi ile kurdum, sattığım zaman 7 bin kişi olmuştuk, 1987 ile 2006 arasında. Tabii öyle gelişince şirket, herkes şube müdürü oldu, adam İş Bankası’nda adam 40 yaşında şube müdürü oluyorsa bizde 27-28 yaşında şube müdürü oluyordu, ihtiyacımız vardı içerden tayin etmek istedik, promote etmek istedik. Finans Bank’ın en büyük başarısı zaten o insan kalitesi, insan kaynağı ve birbirine çok bağlı insanların beraber çalışması ve onların motive olması çünkü potansiyeli olan insanları seçip onları iyi eğittiğininiz zaman onların şirketten ayrılması mümkün değil. Niye? Çünkü şimdi bir adam belirli bir bankada, fazla gelişmeyen bir bankada çalıştığı zaman diyelim 1500 Lira maaş giriyor, her sene enflasyon zammı alıyor. Bizim Finans Bank’daki adamlar 1500 Liraya giriyor, 2 sene sonra kademe terfi ediyorlar, hem enflasyonu alıyorlar hem kademe alıyorlar oldu 2 bin Lira, 2 sene sonra 4 bin Lira oluyor, müdür oluyorlar 7 bin Lira oluyor; bir bakıyorsun 1500 Lira alan adam 5 sene içerisinde 7-8 bin Lira net maaş alıyor, şube müdürü olunca bir de ikramiye alıyor, bonus alıyor kardan falan maaşı 4-5 sene içerisinde beş misline çıkıyor. Statik bir kurumda böyle bir şey olması mümkün değil, anlatabiliyor muyum? Pazar payı kazanan, dinamik kurumda çalışmaya bakın. Buyrun hanımefendi.
Soru: Buradaki genel olarak sayıya baktığımızda da bayan ile bay arasındaki derin uçurumu fark etmememiz mümkün değil zaten, ben onunla ilintili
-Fark ediyorum, ben bir tane bayan arıyordum o tarafta bulamadım, bu tarafa bakmaya başladım.
Bununla ilgili olarak bir soru sormak istiyorum, zaten basında da son günlerde akademisyenlerden kadın-erkekler ile alakalı oldukça farklı yorumlar alıyoruz. Girişimcilik konusunda da kadınların neden bu kadar az olduğunu, sizin de hem Türkiye hem yurt dışı tecrübelerinizden varsayarak, ya da kadınların varsa dezavantajları bunları ekarte edebilmek için bize ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Bizim zorluğumuz nedir ben bunu merak ediyorum girişimcilik konusunda? Teşekkür ederim.
Cevap: Şimdi sizin bence hiçbir zorluğunuz yok. Yani mesela en başarılı grubumun, en başarılı şirketini ki bu bizim giyim perakende şirketi yani Marks&Spencer, Gap, Banana Republic’in CEO’su bir kadın Oya Sener. Gap’in genel müdürü de bir kadın ayriyetenMarks&Spencer’ın genel müdürü de bir kadın. Ve fevkalade başarılı bir şekilde işi götürüyorlar, anlayabiliyor muyum? Fakat tabii Türkiye’de şöyle bir şey var; bakıyorsunuz böyle, üniversitelerde aslında %50 kadın %50 erkek var, bu da ne demek bu işin 10-15 sene sonra kadınlar ile erkekler belirli kurumlarda üst düzeye çıkacaklar olması lazım 50-50, eğitim öyle oluyor en azından. Tabii şimdi çok doğal bir şekilde, biyolojik sebepler ile kadınlar çocuk doğuruyor, işten uzaklaşabiliyor. Buna dezavantaj demiyorum çünkü ben çocuklarına ve torunlarına doyamayan, çok memnun bir insanım ben doğurmadıysam da.
Kadınların biyolojik bir takım dezavantajları oluyor ama arayı kapatmak o kadar zor değil, ben kitabımda da yazıyorum, bazı şeyler tabii Türkiye’de geç başladı. Şöyle geç başladı; ben 1985 senesinde Yapı Kredi’ye genel müdür olduğum zaman, Yapı Kredi teftiş kurulunda yüz tane eleman vardı ve kadın almamışlardı. Ben bunu görünce şaşırdım, Yapı Kredi o zaman da Türkiye’nin ilk özel sektör bankasıydı, en modern bankaydı, ilk onlinecomputer sistemlerini kurmuş etmiş. Bana dediler ki hanımları teftişe alalım ama şube teftişi nasıl yapacaklar, Anadolu’ya gidecekler. Ya bizim şubelerin %75’i Ankara, İstanbul, İzmir’de, Hakkâri’ye yollamamız gerekmiyor hanımları –o zaman otel vardır yoktur bilemem-. Böyle bir takım conception diyebileceğimiz anlatabiliyor muyum, aslında kadınlara karşı değil de Yapı Kredi o zaman düşünmemiş, teftiş kurulunun yapısı. Ama tabii ben her zaman kadınlara çok önem verdim yani. İsviçre’deki bankamın genel müdürü kadındı, Finans Bank’dan ayrılmadan önce on genel müdürü yardımcısından dördü hanımdı ve en önemlileri hanımdı. IT’nin başında Lale Hanım, bütün dış işlerden sorumlu Özlem Hanım, risk yönetimi –bankada çok önemli- Oyna Hanım, krediler yönetimi yardımcısı Filiz Hanım. Bunların hepsi kadındı; eğer bir kişi başarılı ise ki bana göre mesela ben teftiş kuruluna kadınları eleman olarak alırken şunu düşündüm; biz teftiş kurulunu kadınlara açarsak erkeklerden daha iyi eleman alabileceğiz dedim. Çünkü 20 kişi işe başvuruyor, siz beş kadın on beş erkek alıyorsunuz, o beş kadın her zaman on beş erkekten daha başarılıdır. (anlaşılmadı) Çünkü o kadar müracaat eden de yoktur, anlatabiliyor muyum?
Onun için ben görmüyorum yani dezavantajı, bu bütün dünyada tartışılan bir şey. İşte şöyle söyleyeyim ben –ben de yeni yeni öğreniyorum bazı şeyleri- Hollanda’da bizim bankamızın yönetim kurulunda şu an hiçbir kadın yok. İki sene içerisinde iki kadın almazsak merkez bankası ile başımız derde girecek orada o kadar açık söylüyorum size yani muazzam bir zorlama var çünkü Avrupalılar bizden daha geride bu konuda. Nasıl ki İsviçre’de kadınlara oy kullanma hakkı Türkiye’den daha sonra verilmiş, biliyorsunuz herhalde bunu, uzun yıllar sonra; Türkiye’de 1928. İsviçre’de hala bir kantonda kadınlar oy kullanamıyor diye biliyorum ki değişmiştir o, yanılıyor olabilirim. Bu gender meselesi dedikleri şey bütün dünyada çok tartışılıyor ve Türkiye’de de, aslında yeni yeni tartışılmaya başlandı son birkaç sene içerisinde yoğunlaştı bu iş, birçok şeyin yapılması lazım bu konuda hala, bence. Çünkü farklı uygulamalar var, ama şunu da söyleyeyim ben 1967-69 arasında Harvard’a gittim, bakın HBS yani Harvard İşletme masterı veren okul 1908’de kurulmuştur, 1965’e kadar kadın öğrenci almamıştır. Düşünebiliyor musunuz? Amerika gibi çok gelişmiş, inovatif, dünyanın o zaman en zengin ülkesi –Norveç falan o kadar zengin değildi Luxemburg falan o zaman- ve benim sectionımda -100 öğrenci vardı o zaman şubede- 3 kadın öğrenci vardı. Şimdi gittiğim zaman derslere giriyorum, 3’te 1 kadın. Orada da bu iş yani son zamanlarda yukarı gitmeye başladı, kadın-erkek oranları. Tamamlıyoruz sanırım hocamız öyle diyor.
Soru: Hüsnü Bey üniversitedeki hedefiniz ne ulaşmak istediğiniz? Neden kurdunuz yani üniversiteyi? Sıradan bir üniversite gibi olmasını istemezsiniz herhalde…
Cevap: Evet, farklı bir kurum olsun isterim. Bir de tabii ben daha önce de birçok eğitim yatırımları yaptım, Doğu’dan, Güneydoğu’dan gelen arkadaşlarımız varsa orada görmüşsünüzdür; kız yurtları, okullar, 34 ilde tesisler yaptırdım. Orada tabii eğitimin kalitesini şey yapamıyordum, Milli Eğitim bakanlığına bağışlıyorsunuz, her ne kadar hala göz kulak oluyoruz biz o okullara yurtlara. Ama farklı bir üniversite bir de dünyadaki gelişmelere paralel bir eğitim, onu daha çabuk kavrayan, daha çabuk uygulayan, yani mevcut vakıf üniversitelerin hepsinden de daha çabuk uygulayan ve bunu da farklı bir şekilde yapan, uluslararası iş birlikleri olan, daha fazla uluslararası öğrencileri olan, daha fazla uluslararası hocaları olan gerçek bir eğitim kurumu, üniversite yapmak.
-Peki, orada amacınızda Ar-ge’de mesela, belirli teknolojilerde veyahut da belirli sektörlerde ağırlık vermek gibi?
O tabii hocalarımıza bağlı değil mi hocam, yani enerji sektöründe çok değerli hocalarımız var, IT’de, Finans’ta var tabii, Finansal Matematik konusunda var, Risk Yönetimi konusunda. Yani belirli konulara tabii ağırlık vereceğiz. Özyeğin Üniversitesi birkaç sene sonra belirli konularda Türkiye’de bir numara olacak. Nano-teknoloji’de Bilkent olduğu gibi biz de bazı konularda bir numara olacağız.
-Sizin peki önem verdiğiniz sektörler hangileri gelecek 10-15 sene içerisinde Türkiye’de?
Gelecek senelerde eğitim, sağlık, enerji. Yani Türkiye’nin zenginleşmesi ile de ilgili, iktidarın önem vermesi ile de ilişkili, eğitim, sağlık, enerji en hızlı gelişecek sektörler olacak. İnşaat da tabii.
-Peki hangi açıdan bakmak gerekiyor, hizmet açısından mı, üretim açısından mı?
Her açıdan. Şimdi sağlık sektörü dediğiniz zaman öyle bir sektör ki bu, sağlık sektörü hastane demek, doktor demek, hemşire demek, sağlık sektörüne üretilen makinalar demek, fizyoterapistler demek. Sağlık sektörü çok geniş bir sektör. Bir de tabii bir Türkiye’de sağlık sektörü var, bir de ben sağlık sektörünü çevreye ve dünyaya hizmet eden bir sektör olarak görüyorum yani şimdi Amerika’da bir By-pass ameliyatı minimum 40 bin Dolar, Türkiye’de 7-8 bin Dolar. Bence önümüzdeki yıllarda Amerika’dan Türkiye’ye –buradan oraya giderken eskiden by-pass yaptırmak için kalp hastaları- gelecekler bence. İngiltere’den, Almanya’dan lazer ile göz çizdirmek için gelenler olduğu gibi, oranın 4’te 1, 5’te 1 fiyatına diye biliyorum. Dolayısı ile Türkiye turizm yapıyor, neden sağlık turizmi yapmasın; neden eğitimde uluslararası çevrenin eğitim Mekke’si olmasın diyorum ben. Nasıl Amerika ve İngiltere şu anda en fazla yabancı talebe çeken ülkeler, Türkiye niye olmasın bu çevrede? Bu çevrede bu işi en iyi yapabilecek ülke Türkiye. Mesela Rusya, aya gidebilir Rusya, nükleer santral yapar ama Rusya’daki eğitim düzeyi Türkiye’deki kadar gelişmiş değil, anlatabiliyor muyum? Konservatuarları daha iyi olabilir, Rusya’da daha iyi piyanistler çıkabilir, bizde de çok iyileri çıkıyor da çok sayıda iyi piyanist çıkabilir ama birçok sektörde eğitimde Türkiye ileride Rusya’dan. Peki, ben kapatıyorum galiba değil mi?
-Hüsnü Bey’e çok teşekkür ederiz.
-Ben teşekkür ederim.