Girişimciliğin Akademik Gelişimi
Bu makale Tuna Dipçin tarafından kaleme alınmıştır.
Türkiye’de yükseköğretim alanında son yıllarda görmezden gelinemeyecek bir eğilim, hatta bir moda var: Devlet ya da özel tüm üniversitelerimiz yalnızca işletme ile ilgili olanlara değil, tüm bölümlerine Girişimcilik dersi koymak için birbirleriyle yarışıyorlar. Beklenti, üniversitelerin özel sektörle ilişkilerini bu dersler aracılığıyla yoğunlaştırması ve küçük girişimciler yoluyla işsizliğin düşürülmesi. (Balıkçı, 2013)
Okan Üniversitesi öğretim üyesi Emre Balıkçı’nın, birkaç ay önce Dünya Gazetesi’nde Türkiye’deki girişimcilik algısı ile ilgili yazdığı makalenin girişi bu. Devamında ise bu algıyla ilgili eleştirel tespitler yaparak, “Türkiye “fırsat arayan” girişimci tipinden, ürettiği ürünün ya da hizmetin kalitesini arttırmak için ter döken girişimci tipine geçiş yapmalıdır.” diyerek makalesini özetlemiş.
Çoğumuzun katılacağı bu makale aslında bizleri bu evrimin dünyada nasıl oluştuğuyla ilgili bir kısa gezintiye çıkartmaya hazır.
Aynı gezinti, 1734’te Richard Cantillon’un “Girişimciler önceden belirli geliri olmayan kişilerdir. Belirli üretim maliyetlerini öderler, fakat kesin olmayan gelirleri vardır.” şeklinde özetlenen girişimcilik tanımından, 2013’te Ronald May’in girişimcilik tanımına ulaşan evrimdir: Girişimci, inovasyonunu ticarileştiren kişidir.
1911’de Joseph Schumpeter girişimcilik tarihini değiştiren bir çalışma yaptı. The Theory of Economic Development çalışmasında Schumpeter, tarihte ilk defa, “ulusların ekonomik kalkınmalarını sağlayacak olan girişimcilerdir.” dedi. “İnovatif bir düşünceyle yeni ürün ve hizmetler geliştiren cesur ruhlu (wild/entrepreneurial spirit) bireyler, bu ürünleri piyasada bir süre tekel gücüne sahip olarak yüksek fiyatlı satacaklar ve inovasyon yaratamayan şirketlere göre daha fazla artı kazanç (positive profit) elde edeceklerdir. Bu gelirler, inovasyonların devamını sağlayacak. Statükonun olduğu her pazar da böylece yenilenecektir.” Bugün bize doğal gelen ve son birkaç onyıldaki gelişmeleri derleyince aklımızda net bir şekilde oturmuş olan bu yaklaşımı Schumpeter’in 100 yıl önce yaratmış olması “Acaba dünyayı Schumpeter mi değiştirdi?” sorusunu akıllara getiriyor.
1. Dünya Savaşı, Büyük Buhran, Keynesyan politikalarla geçen 20 yılın ardından Schumpeter 1932’de Harvard’da ders vermeye başlıyor ve The Theory of Economic Development ilk kez İngilizce olarak 1934’te yayınlanıyor. Bundan 13 yıl sonra da yine Harvard’da ilk Girişimcilik dersi açılıyor. Dersi açan öğretim görevlisi Myles Mace. Bu ilk MBA dersine 188 öğrenci katılmış. Ama bu dönemde izlenecek başka güzel gelişmeler de var.
Bunlardan biri 1951’de The Coleman Foundation’ın kuruluşu. Girişimciliğin potansiyel bir kariyer olabileceğini göstermek ve bu alandaki akademik ve/veya pratik çalışmaları desteklemek amacıyla kurulan ilk örgüt. Finansal tablolarından da 2011 sonu itibariyle 130 Milyon Dolar’ın üzerinde finansal büyüklüğe ulaşacak kadar gelişme gösterdikleri görülüyor.
Aynı tarihlerdeki bir diğer büyük gelişme ise 1953’te kurulan US Small Business Administration (SBA). Federal hükümet tarafından kurulan ve özerk olarak çalışan SBA’in görevi, küçük işletmelere maddi yardım ve danışmanlık sunarak ülkedeki küçük işletmelerin tam rekabet ortamını sürdürebilmelerini sağlamak.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında başlayan bu gelişmelerin, sırasıyla akademik, sivil toplum ve devlet üçlüsünün koordinasyonu ile girişimcilik kültürünün altyapısını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu gelişmeler girişimciliği bir kariyer yolu olarak görme eğiliminde olan serbest bireyleri güçlendiren gelişmelerdir. Girişimcilere önlerini gösterecek akademik bilgi oluşmaya, sivil toplum kuruluşları örgütlenmiş, siviller sivillerden destek görmeye ve girişimciler devletin de katkısını hissetmeye başlamıştır.
Bu büyük başlangıçtan sonra girişimcilik ve girişimciler ile ilgili olarak yapılan çalışmalar çeşitlenmiş bir yandan girişimci bireylerin psikolojik yönden nasıl kişiliklere sahip oldukları araştırılırken, bir diğer yandan da iş yönetimi ile ilgili çalışmalar giderek yoğunlaşıyor. Doğal olarak eserlerin ve girişimcilik tanımlarının da içeriği değişmeye başlıyor. 1960’lı yıllarda girişimcilerin nasıl insanlar olduklarına, nasıl birer karakterleri olduğuna ilişkin araştırmalar yapılıyor. Bu çalışmaları yapanların önde gelenlerinden biri ise David McClelland. Needs-Based (ihtiyaç temelli) motivasyon teorilerini oluşturup insanları bu temele ilişkin olarak üçe ayırırken (başarı ihtiyacı, otorite ve güç ihtiyacı, yakın ilişki ihtiyacı), girişimcileri de başarı ihtiyacına sahip bireyler olarak tanımlamış ve onların başarı arayan, zor ama gerçekçi hedefler koyan ve ilerlemeyi seven insanlar olduğunu fark etmiştir. Buna ilişkin yapılan bir diğer araştırma da 1967’de MIT’de yayınlanan Ar-Ge Girişimcilerinin Motivasyonu: Şirket Başarısını Sağlayan Etkenler* oldu. Bu çalışmaya göre de McClelland’ınkine benzer bir şekilde, yüksek başarı ve orta seviyede otorite ihtiyacının, girişimlerde en yüksek başarıyı getiren psikolojik etkenler olduğu gözlemlenmiştir.
Bu evrim içinde kategorilendirilebilecek son gelişme de, bir lisans programı olarak Girişimcilik bölümünün açılması olmuştur. 1979’da ilk Girişimcilik bölümü Bobson College’da açılmıştır.* Günümüzde de girişimcilik eğitimi sıralamalarının en üstünde yer edinen bölümün girişimciliğin temel bir eğitim seviyesi olabileciğini göstermesi açısından çok büyük bir önemi vardır.
1947’den 2003’e gelindiğinde aradan geçen 56 yılda 1.600’den fazla üniversitede 2.200’den fazla Girişimcilik dersi açılmış ve bu derslere 200.000’den fazla Amerikalı öğrenci kayıt olmuş.
Aslında bu bilgiler ışığında bile ABD’deki girişimcilik kültürü ve bununla birlikte gelişen ekosistem büyüklüğünü gözümüzde canlandırıp, ilk Girişimcilik bölümünün 2-3 yıl önce kurulduğu Türkiye’nin kültürel ve çevresel koşullarının gelişeceği daha ne kadar büyük bir yol olduğunu hayal etmek eğlenceli olduğu kadar yol gösterici olabilir.