Etohum Girişimcilik Zirvesi'11 - Berk Demir
E-tohum 'Girişimcilik Zirvesi' Etkinliği, Bahçeşehir Üniversitesi, Fazıl Say Konferans Salonu, 29 Ocak 2011 Konuşmacı: Berk Demir/ Yazılım Mimarı, StumbleUpon Burak Büyükdemir: ....bize birçok tecrübesinden bahsediyor olacak. Ben sözü uzatmadan, Berk'e teşekkür ederek, davetimizi kabul ettiği için, sana bırakıyorum. Berk Demir: Teşekkürler! Hepinize teşekkür ediyorum. Günün bu saatinde ve bu yağmurlu havada ve bu İstanbul trafiğinde geldiğiniz için. Ben Berk, StumbleUpon'da çalışıyorum, buradan oraya gidişim yaklaşık iki seneye dayanıyor. Ben girişimci değilim ama girişimcilere para kazandırıyorum. Stumble Upon'da 'Software Architect' olarak çalışıyorum yani yazılım mimarı olarak çalışıyorum. Daha önce burda Meteksan Sistem'de çalışıyordum. Bir şekilde bazı sıkıntılardan ve mutsuzluklardan ve girişme sevdasından dolayı 'Ben n'apayım? En iyisi başka bir yerelere gideyim' dedim. Benim de girişim ile başlangıcım bir yerelere giderek oldu. Siz, daha farklı bir yol alıyorsunuz. Dediğim gibi, ben bir girişimin tamamen teknik tarafında yer alıyorum. Belki üzeceğim bugün sizi, çok fazla girişim ile alakalı şeyler söylemeyeceğim, dolarlardan da bahsetmeyeceğim, yatırım yapan insanlardan da bahsetmeyeceğim. Ama yatırım almış veya yatırım almaya çalışan veya yatırım almadan bazı şeyleri yapmaya çalışan şirketlerin, San Francisco körfez bölgesinde nasıl işlediğine dair bazı şeylerden bahsedeceğim. Buradaki fikirlerin, hiçbiri orjinal fikirlerim değil. Bunların tamamı, ünlü yazarların kitaplarında bulabileceğiniz şeyler. Çünkü, bir noktada deneyimlerinizi kelimelere dökemediğinizde okuduğunuz kitaplardan işte bu benim deneyimim diyorsunuz. Benim de burada bahsettiğim şeyler tamamen deneyimlerimle ilgili. Bu sunumun sonunda aslında bu sözlerin ve alıntıların hangi kitaplardan geldiğinden de bahsedeceğim. 45 dakika gibi bir sürem var, bir miktar fazla slideım var ama bakalım umarım yetiştirmeye çalışacağız. Dediğim gibi StumbleUpon'da çalışıyorum, 'ne yapıyorum', 'ne ediyorum' bundan bahsedeceğim biraz. 'Stumble Upon nedir?' bilmeyenler kimler? ... Tüh ya! Peki bakalım StumbleUpon neymiş. Aşağıdaki İngilizce 'Discover the Best of the Web', StumbleUpon'ın mottolarından bir tanesi. Çok kafa patlattık bu 3-5 kelimelik şeyi bulmak için. Ama StumbleUpon özetle kişiselleştirilmiş bir web deneyimi sunuyor. StumbleUpon'un arkasında bir tavsiye motoru var. Bu tavsiye motoru, bir yapay zeka ile çalışaraktan, sizin webte neler sevdiğinizi anlayıp, sizin sevebileceğiniz, hoşunuza gidebilecek, ilgilendiğiniz konularda başka insanlar tarafından beğenilmiş ve 'index'e sokulmuş adresleri size gösteriyor. Bunu masaüstü bilgisayarınızda bir 'toolbar'la veya telefonlarınızda iPad'inizde o platform için yazılmış özel bir uygulama ile sağlıyoruz. En önemli şey, bu tavsiyelerin hepsi kişiselleştirilmiş tavsiyeler. StumbleUpon'u ne kadar çok kullanırsanız, sizin hakkınızda, beğendiğiniz şeyler hakkında o kadar çok bilgi sahibi oluyoruz. Peki siz, nasıl fikir veriyorsunuz bize? Yöntem çok basit, sadece iki tane sinyal var: Ya beğeniyorsunuz, ya beğenmiyorsunuz. Beğendiğiniz siteleri 'ThumbsUp' -yukarıya doğru baş parmak- işaretiyle beğeniyorsunuz, beğenmediklerinizi ise yine aynı şekilde aşağıya gönderiyorsunuz. Çok sayıda kategori var, istediğiniz kategoriden başlayabilirsiniz. Davranış şekillerinizi, bu sitelerde ne kadar vakit harcadığınızı, navigasyonunuz sırasında hangi saniyede bu siteyi beğendiğinizi veya hangi siteden o siteye geldikten sonra o siteyi beğendiğinizi hesaba kataraktan sizin için bazı tavsiyelerde bulunuyoruz. Ama en önemli kısmı aynen müzecilikte olduğu gibi, siz müzelere ve sergilere gittiğinizde birisi sizler için orada göreceğiniz eserleri 'index'e sokar. Siz sergiye gittiğinizde herkesin getirip astığı bir yer değildir. Yani buna da 'kurasyon' deniyor ya da 'User Created Content' deniyor. Yani StumbleUpon'da gördüğünüz her adres, her URL bir başka StumbleUpon kullanıcısı tarafından beğenilmiş bir URL. Peki geçelim ve birazcık da sayılardan bahsedelim. StumbleUpon'un 13.5 milyon kullanıcısı var. Bu bahsettiğimiz 'User Created Content'te 52 milyon URL yer alıyor. Yani bu demektir ki; bugüne kadar bizim kullanıcılarmız bugüne kadar 52 milyon kez, 52 milyon farklı adres için bir kez 'ThumbsUp'a basmıştır. Kullanıcılar bunu aktif olarak kullanır ve ayda yaklaşık olarak 1 milyar 'stumble' gönderiyoruz. Peki StumbleUpon nasıl para kazanıyor? İyi siz güzel bir şey yaptınız da bu değirmenin suyu nereden geliyor? StumbleUpon, size bu tavsiye ettiğimiz URL'ler arasına reklam alabiliyor. Peki bu reklamlar nasıl reklamlar? Bu reklamlar sizin, sağ tarafta gördüğünüz, Google'da Adsense'te gördüğünüz, sitelere girdiğinizde gördüğünüz 'banner'lar gibi reklamlar değil. StumbleUpon'un reklam modeli, tamamen organik trafik üzerine kurulu. Bu ne demek? Hizmet verdiğiniz kategoriye ait bir reklamı/sponsor içeriği StumbleUpon'a verebiliyorsunuz. Yani eğer ki, siz laptop satıyorsanız ve laptop'ı İstanbul'daki insanlara satacaksanız sadece veyahut da sadece Türkiye'deki insanlara satacaksanız ama sattığınız laptop da penbeyse, bir de küçükse, şöyle bir şey yapabilirsiniz: Ben, bu reklamımı, İstanbul'dan gelen, cinsiyeti kız olan ve yaş aralığı 18-35 olan insanlara göstermek istiyorum. Tamamen 'targeted' bir kullanıcı trafiği alıyorsunuz. StumbleUpon, işte böyle para kazanıyor. Peki neler var? 78 kişi StumbleUpon, epey fazla. Ama aşağı bakarsanız, mühendis oranı 2x1. Yani mühendisler, şirketin 2/3'ünü oluşturuyor. Temel ofisimiz, büyük ofisimiz San Francisco'da ama New York, Seattle ve Londra'da da çalışan bazı çalışanlarınız var. Peki ben n'apıyorum? Ben orada yazılım mimarı olarak çalışıyorum, genelde entegrasyon, ölçeklenebilirlik ve güvenlik kısmıyla ilgileniyorum. HBase ve BioSQL entegrasyonları, tüm sitemizin ağ trafiği, bunun altyapımızda tarafından karşılanması işleri ile uğraşıyorum. StumbleUpon'la ilgili bahsedeceklerim bunlar, budan sonrasında pek fazla şirketle ilgili konuşmayacağım. Peki nelerden bahsedeceğim? İlkine geri dönelim: 'Havasından mı suyundan mı yoksa başka bir şey mi var?' Ben buradan gitmeden önce de bunu görüyordum, oraya gittikten sonra da bunu görmeye başladım. Bu tip girişim yapan şirketlerin hepsi, günün sonunda bir şekilde San Francisco Bay Area'da bir şekilde yer almaya çalışıyorlar. Peki nedeen? Bu coğrafi olarak başka bir yerde olmuyor mu? Oluyor aslında, başarılı şirketler de var. Peki neden herkes buraya gitmeye çalışıyor?veya Neden gördüğünüz herkes başarılı olanlar San Francisco Bay Area'da? Başka konuşmacılar bunlardan bahsedeceklerdir. Doğal olarak yatırımcıların orada olması önemli bir ekosistem sunuyor. San Francisco'da yolda giderken bir otobanda US 101'de bir 'billboard'da risk sermayesine yatırım yapan bir şirketin reklam verdiğini görüyorsunuz ve heralde bunun dünyanın herhangi başka bir yerinde göremezsiniz, adamlar 'Ne olur size para verelim' diye yalvarıyor. Bu da ilginç bir ekosistem. Ama buradaki farklılıklardan bahsedeceğim ve benim bu sunum sonunda ulaşmaya çalıştığım nokta aslında çok da özel bir şey yok. Önemli olan şey buradaki metadolojileri alıp, kültürü birazcık buraya uydurmak veyahut olduğunuz yere uydurmak. Peki kültür nedir?
Vizyonumuz ve misyonumuz diye metinler var. Ben bundan daha önce ISO belgesi olan bir şirkette çalışıyordum, böyle her tarafa çerçeveleyip asıyorduk, onları bazı insanların ezberlemesi lazımdı. Hiçbir halta yaramıyor, ben söyleyeyim.
Peki birlikte halısaha maçına gittiğinizde şirket kültürünü oluşturabiliyor musunuz? Ayağınızı kırabilirsiniz ama ona çok fazla kültür demiyoruz.
Peki e-postalarınızın sonundaki bu uzun imzalarınız şirket kültürünüzün bir parçası mıdır? İşte bu e-postayı aldıysanız hemen silin, yanlış sayın. Bunlar da pek değil.
Peki o zaman Vatan Bilgisayar'a gidip kültür satın alabilir misiniz? Hazır kutusundan kurup, hem Windows hem Mac OSX için... Bu da çok mümkün değil.
O zaman çok zor ve soyut bir şey bu. Kültür aslında tutarlı davranışlarımızın yan ürünü. Bu ne demek? Aşağıda bir tane yıldızı var. Kültür aslında kelimeler değil, yaptığınız eylemler. Şirketinizin hayatı boyunca, gelenek edindiğiniz, çalışma şeklinizi bu geleneğe çevirdiğiniz her şey günün sonunda -orta vadede ama, kısa vadede değil- şirket kültürüne dönüşür. Peki ne işe yarıyor bu şirket kültürü? Karın doyuruyor mu? Şirket kültürünü yiyemiyorsunuz ama size yiyecek oluşturabiliyor. Şirket kültürünü kurucular ve ilk çalışanları zamanla oluşturuyorlar. Peki niye böyle bir şeye ihtiyacımız var? Bu bahsettiğimiz girişimler ve şirketlerin hepsi insanlar tarafından oluşturuluyor, burada bir takım çalışmasından bahsediyoruz ve takımdaki insanlar ancak ve ancak kendilerine benzer insanlarla en yüksek performansı verebiliyorlar. Şirket kültürü aslında böyle bir şey. Birbirlerine benzerliklerindn bahsettiğimizde, deri rengi veya aynı memleketten gelmiş olmaları veya hepsinin Fenerbahçe taraftarı olması değil. Peki kültürü oluşturduk. Güzel. İki tane kurucu vardı, üç tane de çalışan aldık kültür oldu bitti tamam. Beş kişinin kültürü. Böyle mi devam ediyor? Hayır, böyle devam etmiyor ama kültürden temel bahsettiğimiz şey kültürün temellerini attığınızda, temellerini sağlam atıyorsunuz. Çünkü, şirketi kuranlar ve ilk mühendisler ve ilk çalışanlar bu kültürü öylesine köklü oluşturuyorlar ki; bundan sonra gelen insanları da o kültüre uyum sağlayabilecek şekilde seçiyorlar, biraz sonra bundan da bahsedeceğiz. Peki kültürü oluşturmak için bazı kararlar alıyorsunuz. Bu kararları alırken bayağı vakitler harcanıyor. Girişim yaparken de kararlar alıyorsunuz, ben bu girişim yapıldıktan sonraki kısmına odaklanacağım. Önemli gördüğüm büyük farklardan, hani buradaki yaşantımla oradaki yaşantım arasındaki büyük farklardan bir tanesi -bunu öğrendiğim denilebilir- Sakin olun, kararların neredeyse hepsi geçecek. Ben buradayken, iki senelik kararlar aldığımızı hatırlıyorum ya da daha uzun veya her konudan uzun vadeli kararlar aldığımızı hatırlıyorum. Ya her seferinde bir şekilde başarısız oluyorduk ama suçu da bulacağımız bir kişi de vardı, kesinlikle o konuda da çok başarılıydık. Ama hiç hiç hiç suçu 'Ya biz nasıl bu kadar böyle 5 yıllık kalkınma planı yaptık da -devletler yapabilir, buna bir şey demiyorum- biz çuvalladık' demiyorduk, bir şekilde bir şeyler buluyorduk. Ama gördümki; kararların neredeyse hepsi geçici. Geçicilikten bahsettiğimiz şey bir ay bile değil, bazen 15 gün bile değil. Çok büyük gibi gördüğünüz kararları, 15 gün içinde değiştirebiliyorsunuz. Burak Hocam daha ilk başlarda bir şeylerden bahsetti, burada yatırım alan şirketler hedeflerini değiştirdi, yaptıkları işleri değiştirdiler. Bunun ingilizce tabiri 'pivoting'. Bunu çok fazla kullanıyorlar, orada da çok rahatsız edici bir ekosistem var, işte sürekli şunu söyleyenler var: 'Biz pivote yapıyoruz'. Peki 'pivote' yapıyorsunuz, hayırlı olsun. Ama bu kararlar sadece şirketin nereye gideceğini değiştirmekle ilgili değil, verdiğiniz alt yapı kararıyla, seçtiğiniz partner kararıyla hatta yaptığınız eleman alım kararıyla ilgili. Bunları çok hızlıca değiştirebiliyor olmanız lazım. Biz bu kararları alırken kendimize görünmeyen bir sınır çiziyoruz, diyoruzki: 'Ben, bu kararı aldım ve bu karara tutunacağım' Bu kararlılık güzel bir şey ama bu kararlılık bazen sizin canınızı çok yakıyor. Kültürü oluşturmada en büyük etkenlerden bir tanesi, şirketin nasıl karar verdiği, hangi mekanizmalarla bu kararı verdiği ve bu kararları nasıl verdiği ve bu kararları nasıl değiştirebildiği. Peki tüm kararları kim veriyor? Patron var mı? Patron var, var, şirketin kurucuları. Ama şirketin kurucuları para aldıktan sonra patronluğu yitiriyorlar. Çünkü yönetim kurulunda artık parayı verenler oturuyor. Şirketin kurucularının da bir kısım hissesi var. Peki o zaman yönetim kurulunda oturanlar mı karar veriyor? Hayır. CEO mu karar veriyor? Hayır. CTO mu karar veriyor? Hayır. Herkes karar veriyor. Önemli olan da bu, eğer herkesi karar mekanizmasına dahil ederseniz, o insanlar verdikleri kararlara tutunuyorlar. Siz tüm çalışanarınız, zar-zor seçtiğiniz ekibinizi -az sonra bahsedeceğim ne kadar zor seçiyoruz, kavun seçmekten daha zor- bu kararlara tutunmuyorlarsa siz bu takım oyuncularınızı kaybetmeye başlıyorsunuz. O yüzden kararlar her zaman kısa vadeli. Kendinizi yıllık kararlara, aylık kararlara -doğal olarak karar verdiğiniz şeyin bağlamına da bağlı olaraktan- uzun karar periyotlarına bağlamayın. Özellikle Bay Area girişimlerindeki en değerli erdem bu. Çok hızlı kararlar değiştirilebiliyor -ama öyle değil yani hmm bunu mu yapayım yoksa bunu mu yapayım, o zaman bugün kararımı verdim, yarın bir daha kararı değiştiririm, bu kadar da değil- Ama kararları değiştirmekten kimse de çekinmiyor. (Dinleyene)Buyrun! - Dinleyen: Sunumu bölmek istemiyorum ama soru alacak mısınız? Son 10 dakikaya mı? Berk Demir: Soruyu sonraya alacağım. Çünkü çok fazla sunum yaptım, çok konuşuyorum. Büyük ihtimalle vaktim yetmeyecek. En sona sıkıştırmaya çalışacağım. - Gelecek için hayıflanmayı, gelecekteki kendinize bırakın diye bir şey söylüyorum. Bu ne demek? Belli ki o işi yine siz yapacaksınız aslında ve o işi siz yapacak olduğunuz için bugünden onu düşünmek istiyorsunuz. Bu çok doğal bir iç güdü, bunu yapmak isteyeceksiniz. 'Okey şimdi ben bunları bunları bunları yaptım, sonra bu adımı yapacağım.' Yahu satranç oynarken bile bu kadar adım düşünmüyorsunuz, girişim yaparken bunları düşünmenize gerek yok. Çok kısa vadeli kararlar vermenizi söylemiyorum ama çok uzun vadeli kararlar verdiğinizde temel hedefinizden çok uzaklaşıyorsunuz. Ben bu hataları yıllar boyunca yaptım, bu hataları hala yapıyorum ama ne zaman düzeltmem gerektiğini bana takım arkadaşlarım hatırlatıyor veya ben bazen onlara hatırlatıyorum. - (Az önceki dinleyene)Şimdi sorunuzu alabilirim. Dinleyen:.... Berk Demir: (Gülerek) Kavrayışları kuvvetli diyebiliriz. Yok şaka yapıyorum. Hayır, yani sistem diye bahsettiğiniz şey yine daha büyük de düşünüyor olduğumuz şey, değil mi? Ben bu başlığa kültür başlığı altından geldim. Benim kültür dediğim şey aslında, sizin sistem dediğiniz şeyle çok örtüşebiliyor, sadece daha farklı terimler kullanıyoruz. Ama kültürde anlaşacağız sonunda. Kararları sürekli değiştirmiyoruz, yani 'Ben bugün bu kararı verdim, hm olmadı, ertesi gün öteki kararları vereyim' demiyoruz. Sürekli bunu değiştirmiyoruz, sürekli bu kararları değiştirmiyoruz. Değiştirdiğimiz şeyler verdiğimiz kararları geri ölçümlerini aldıktan sonra değiştirdiğimiz şeyler, sunumun son tarafında bundan bahsedeceğim, nasıl hızlı ölçtüğümüzden. Dediğiniz çok doğru, ölçmediğiniz şeyi yönetemezsiniz. Kararlarımızı, 'Bu çok hoşuma gitmedi, o zaman değiştireyim' diye değiştirmiyoruz. Kararlı çok hızlı değiştirebiliyoruz ama çok hızlı geri besleme alabildiğimizden dolayı değiştiriyoruz. Zamanımızın büyük bir bölümünü geri besleme alabilecek sistemler kurmakta harcıyoruz ki, kararlarımızı hızlı değiştirelim. Bununla ilgili başka soru var mı? Sonda tekrar sorularınızı alacağım. - Peki takımı oluşturmak. Takım oluşturmak çok zor bir şey. Çok insancıl olmayan bazı söylemler duymuşsunuzdur özellikle Bay Area ile ilgili 'Hire slow, fire fast' tadında yani 'Yavaşça işe alıp, çok hızlıca işten çıkartın' gibi. Çok doğru, işten çıkışlar çok hızlı oluyor ama öyle çok çok vahşi ve kanlı olmuyor bu işten çıkışlar, bir şekilde herkes bunu kabul etmiş oluyor. Ama işe alış süreçlerimiz çok çok yavaş. Bir istatistik vermem gerekirse -yakın zamandan, doğrudan pozisyon ismini de söyleyebilirim: 'Analytics Engineer' diye bir pozisyon arıyoruz. Çok net tanımı var, 'Analytics Engineer'ı henüz dolduramadık, ben bugüne kadar yaklaşık 39 kişi ile telefon görüşmesi yaptım. Toplamda da 750 CV üzerinden geçtik bize gelen. Olmuyor, çünkü siz en iyi adayı bulmaya çalışıyorsunuz. Çünkü biz hala ve hala, 100'ün altında tutmaya, çok az eleman sayısında tutmaya çalışıyoruz. Aldığımız elemanı çok hızlı işten çıkartmak gibi bir arzumuz da yok ama işler yürümüyorsa çıkartıyoruz. Takım oluşturmak gerçekten çok zor. Ama Bay Area 'startup'ları çok doğru takımlar, birbirleriyle çok uyumlu takımlar oluşturdukları için çok becerikli oluyorlar. Peki, takımı oluşturma. Bu bizim kullandığımız önemli öğretilerden bir tanesi: 'Eğer canınızı yakmıyorsa o adamın eksikliği, asla ve asla işe almıyoruz. Çünkü işe aldığınız ekstra adam önce kültürünüze uyum sağlamaya çalışacak, aynı zamanda sizin kültürünüze de bir katkıda bulunacak, sizin kültürünüzü de bir tarafa çekecek. Çünkü her çalışan sizin momentumunuza başka bir vektörden başka bir momentum ekliyor. En önemli soru: Kültüre uygun mu? Çok harika olabilir, biz bu adamı teknik mülakatlarında çok başarılı bulabiliriz ama kültüre uyumlu değilse bize hiç bir faydası olmuyor. Gördüğüm temel farklardan bir tanesi -bu belki Amerikan kültürü diyebiliriz, Amerikanlaşmış kültür diyebiliriz- Amerikan kültüründe mevcut komüniteye, mevcut kümeye uyum sağlamayan eleman, hızlıca kümenin dışına atılır. Ama bizim kültürümüzde, Türkiye'de, onu kendi kültürümüze uydurmaya çalışıyoruz, biz çaba harcıyoruz, biz çok daha sabırlıyız. Malessef, düşük bütçede olan şirketlerde bu sabrı göstermek ve o gelen elemanı sizin şirketinize adapte etmeye çalışmak, ona katmak, ona vakit harcamak yatırımcıların çok da hoşuna giden bir para harcama yöntemi değil. O yüzden takım oluşturmada sorduğumuz en önemli soru: Kültürümüze uygun mu? Peki neler yapıyoruz? Özgeçmiş okumayı bırakın, özgeçmiş okumak 'Grace Anathomy'den veya başka tıpla ilgili dizilerden tıp fakültesine gitmeye çalışmak gibi bir şey. Yarısı yalan, hiçbir şey öğrenemezsiniz. Gördüğünüz CV'lerin, gördüğünüz özgeçmişlerin hepsi abartılmış tecrübelerden veya olmayan tecrübelerden oluşuyor. Hele ki orada, çok çok daha beter. Bunun için çok vakit harcamanıza gerek yok. Aradığınız bazı anahtar kelimeler varsa kullanabilirsiniz, otomatize de edebilirsiniz hatta insan bile kullanmanıza gerek yok özgeçmişlerden anahtar kelime eşlemek için. Bununla bir telefon görüşmesi de yapıyorsunuz. En önemli soru şu yani: Bu insan sizinle neden çalışmak istiyor? Siz onu işe almak istiyor olabilirsiniz, siz onu bir yerden de bulmuş olabilirsiniz, peki o sizle çalışmak istiyor mu? İstiyor ki, konuşuyorsunuz. En önemli soru: Sizle niçin çalışmak istiyor? Bu çalışmak isteyen insanın hedefleri, sizin hedeflerinizle aynı mı? Sizi nasıl buluyor? 'İşte bir iş olsun, akbili de var işin' diye ama bu aradığınız doğru eleman olmayabilir. Bu da soracağınız ikinci soru: Bu eleman bizimle niye çalışmalı? Biz istiyoruz onunla çalışmayı ama bu eleman bizimle niye çalışmalı? Test sürüşüne mutlaka çıkın hele. Araba alırken test ediyorsunuz, pantolon alırken, pantolonunuzu deniyorsunuz ama elaman alırken sadece beyaz tahtada soru soruyorsunuz. Doğru değil, en azından pantolona haksızlık ya. Test sürüşüne nasıl çıkıyorsunuz? En basiti bir tane ev ödevi verebilirsiniz, herkesin çözdüğü bir problem için. Bu doğru bir ölçme sağlayabilir, aynen ÖSYM gibi konuştum, herkese aynı testi veriyoruz. Ama burada dengeyi bozmamız lazım, bu insanla yanyana olmanız lazım -az sonra bahsedeceğim 'code rewiev'dan, 'pare programming'den bahsedeceğim- Bu elemanınızı test sürüşünde -normalde test sürüşü yaptığınızda yanınızda heralde biri oturuyor, arabayı hızlı kullanıp ani fren yapamıyorsunuz- hızlı kullanın ve ani fren yapın. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu elemana sizin en yüksek stres altında yaşadığınız durumun simülasyonunu yapın, n'apacak acaba stres altında? Veya bir problem olduğunda yangın çıktığında, yangını söndürme konusunda ne kadar başarılı? Sert freni yapın. Sert fren yapmak demek ne demek? Bu elemanın yeteneklerinizi kullanmanızı engelleyin, ona engeller koyun, bakalım engellerin etrafından dolaşabiliyor mu? Çünkü gerçek yaşantıda bazen yeteneklerinizi kullanamıyorsunuz, sizin elinizde olmayan birçok engelle mücadele etmek durumunda kalıyorsunuz ve gerçek yaşamın bir parçası. Çok ama çok başarılı olduğuna şüphe olmayan özgeçmişi harika olan, doktoralı olan bu insanlar bu gerçek yaşantıda bazen bocalıyorlar. Bu, bizim hatamızdı ama biz bu hatalarımızdan öğrendik. Peki, hafiyelik, her eve şart! Elemanları alırken, özgeçmişe bakmayın dedik ya, bakmayın ama sadece tahtada ne iş yaptığına da bakmayın. Çünkü, bunun da hilesi var, bu mülakat sorularını ezberleyip gelenler için. Bu insanlar gerçek hayatta n'apıyorlar? Bu insanlar, bilgisayar başında değilken, onları rahatsız eden ne? -Git Up, Source Hole, bunlar açık kaynak kodlu yazılımları paylaştığınız yerler- Bu insanların kendilerini sürekli rahatsız eden bir dürtüleri var mı? Ben bu problemi çözmeliyim ve bir yere bir şeyi koymalıyım -işte altınyıldız ismini veriyorlar- Bizim için adaylar arasında böyle bir açık kaynak projede çalışmış olması altınyıldız. E-posta listelerine bakın, insanlar bahsettikleri deneyimlerine gerçekten sahipler mi? X konusunda çok deneyimli olduğunu söyleyen kişinin, e-posta listesinde ne sorular sorduğuna bakın, şaşıracaksınız, özgeçmişle hiç ilgisi yok. İnternette tarayın,
-Bing'i bilen var mı? Bing'i bilmeyen var mı?- -Microsoft'un arama motoru- -Bing'i nasıl kullanacağını bilmeyen var mı? Ben anlatıyorum, Bing'e giriyorsunuz, orada bir tane arama kutusu var, oraya Google yazıyorsunuz, 'Enter'a basıyorsunuz, sonra bir sayfa çıkıyor, sonra ne arıyacaksanız onu arıyorsunuz- -Peki Microsoft çalışanı var mı? Pardon-
Peki daha önemli bir şey, en iyi adaylar dünyanın dört bir yanında. Bu, doğru. Her zaman kendinizi çalıştığınız yere veya olduğunuz coğrafya ile kısıtlamayın, bunu yaptığınızda siz kendinize olmayacak bir engel çıkartıyorsunuz ve asla demeyin ki 'Biz girişimi Türkiye'de yapıyoruz, kimseyi getiremeyiz' Getiremeyin, biz çok yetenekli bir insanı, Seattle'dan kullanıyoruz. Biz, inanılmaz yetenekli üç kişiyi New York'tan kullanıyoruz. Gelmesinler California'ya, önemli değil. Bunu sizde yapabilirsiniz, bunu herkes yapabilir. Bu şirket beni Ankara'da çukurları düşüp, arabada sinirlenirken buldu -11000 km, daha da fazla-. Dünyanın dört bir yanından sizin takımınıza ve kültürünüze uygun insanları getirebilirsiniz, sizin dilinizi konuşmak zorunda değil. Belki de Bay Area'nın en önemli özelliği şu: Şu anda biz şirkette, yeni taşındığımız yerde konferans salonlarına isim verme derdindeyiz, ne isim versek diye düşünüyoruz. Herkes bir tane isimlendirme teması yolluyor, galiba insanların geldiği ülkelerin başkentleri veya en büyük şehirleri konusunda, temasında karar kılıyor. 14 tane konferans salonumuz var, malessef daha fazla ülkeden gelen insan var-78 kişiden oluşan bu takımdaki insanlar, 14'ten fazla ülkeden geliyorlar. (Seyirciye) Yok ben İstanbul dedim, o ülkeden ben aday olduğum için ben onu aday gösterdim. Ankara'nın nesi var ya, havuzunu mu göstereyim Çalışma ortamı da çok önemli. Siz bu kadar yetenekli insanları bir yere getiriyorsunuz, bunları bir alana topluyorsunuz; bu insanların medeni bir şekilde çalışmaları ve kendilerini rahat hissetmeleri lazım. Garaj kültürü buna çok uygun biliyor musunuz? Çok çok böyle harika yerlerde çalışmasına gerek yok insanların, bazı insanlar daha farklı yerlerde çalışıyorlar. Ama en önemli şey, yapacağınız yatırımlarda en önemli şey, bu insanlara en mutlu olabilecekleri çalışma ortamını yaratmak. Çalışma ortamı sadece mobilyalardan ibaret değildir, çalışma ortamı sadece coğrafi yerden ibaret değildir. Çalışma ortamı kullandıkları araçlardan, oturuş şekillerinden, oturdukları sandalyelerden veya birlikte oldukları arkadaşlardan ibaret veya o gün ne yediklerinden. StumbleUpon ve benzeri birçok startup en fazla parayı buraya harcıyor ve buraya parayı harcarken hiç, hiç paraya kıymıyorsunuz. Sizin en önemli varlığınız ya da yatırımınız, takımınız. Bunlara ödedeğiniz parayı vs.yi bir kenara bırakıp, onları bulmakta ne kadar zorluk çektiğinizi veya birlikte kurduğunuz kurucu ortağınızı bulmakta ne kadar zorlandığınızı hatırlayın. Sırf oturduğu sandalyede oturduğu tarafı ağrıyor diye, bu insanı mutsuz etmek istemezsiniz veya işte USB Disc'i görmeyen bir bilgisayar verip, onu mutsuz etmek istemezsiniz, ne istiyorsa onu vermeniz lazım. -Çalışma ortamı, çocuklar ferah ferah çalışıyorlar, burası gerçekten StumbleUpon değil, orada bir karışım olmasın- Ama bu çok çok önemli; bu insanları mutlu edebilmek, çalışanlarınızı en önemli en değerli varlıklarınızı mutlu edebilmek için çok önemli. Bunula ilgili konuşacağım, çok fazla bir şey yok. Peki dedik ya coğrafyası da var. Eğer hiç bir farkı yok dersem gerçekten yalan söylemiş olacağım. Peki ne farkı var? İnsanlar niye burada? Yakın zamanda bundan 4 yada 4,5 ay önce, 'TGIF, Tech Fathers' Day' diye Google'ın her cuma günü işte üst düzey yöneticilerinin katıldığı, tüm Google çalışanlarının, dünyadan video konferansla veya eğer maltony kampüsündelerse aynen böyle oturarak, istedikleri soruları sorduğu bir organizasyon. Orada ilginç sorular falan çıkıyor. Sorulardan bir tanesi şöyleydi: 'Google niye burada kuruldu? Yani siz niçin vadi dışına çıkmadınız?' Yatırım da alma gibi bir dertleri yoktu, hızlıca satmayı planlıyorlardı. Larry Page ve Sergey Brin, bazı yanıtlar verdiler: 'Her şey hava durumuyla ilgili' Çok ilgisiz bir yanıt gibi, değil mi? Doğal olarak değil. Ama belki biraz da ilgisi var. San Francisco'yu görmeyenler için anlatayım. Düşündüğünüz her tarafı gökdelenlerle dolu bir Amerika şehri değil, tabi var birkaç tane gökdelen. Ama hepsinden önemlisi; bir körfez var, bir Bay Area ismini verdiğimiz yerler var. Siz bu huzur dolu yerlerin istediğiniz tarafında oturabilir, istediğiniz tarafında çalışabilirsiniz. Trafik stresi olmayan, yollarda rahat yürüdüğünüz, neredeyse her şeyin düşünüldüğü, yaklaşık hijyenik bir şehir -bazı mahallelerini dışarıda bırakaraktan- Bunlardan bahsediyoruz hatta bazen Türkiye'den gelen birisi için rahatsız edici derecede hijyenik: 'Bu ne ya! Bu kadar olur mu!?' Ama şöyle düşünün; şehrin stresinden sizi arındırıyor, şehrin stresi diye bir kavram yok. 'Startup' çalışanlarının hepsi ama hepsi, 'marketing' departmanlarından -pazarlama departmanından- olsun, mühendisine, finansla uğraşan elemanına hepsi yaratıcı olmak zorunda. Neden yaratıcı olmak zorundasınız? Çünkü kısıtlı bütçeyle çalışıyorsunuz. Neden yaratıcı olmak zorundasınız? Çünkü hızlı olmak zorundasınız, herkesin yaptığından daha hızlı işleri yapıyor olmalısınız. Yani, sizden beklenene en önemli şey, yaratıcılık. Yaratıcılığınızı kısıtlayabilecek, canınızı sıkabilecek her şeyi dışarıda bırakabilmek çok çok önemli. Şehrin stresi bunlardan bir tanesi. İklim. İklim çok güzel değil ama San Francisco'da hiçbir zaman yaz olmuyor, hiçbir zaman kış olmuyor. San Francisco Bay Area'da gerçekten hiçbir zaman yaz olmuyor, hiçbir zaman kış olmuyor. Hiçbir zaman üşümüyorsunuz ve hiçbir zaman 'Of ben çok terledim, üstümü çıkarayım' demiyorsunuz. Bunların hepsinin etkeni var, bu insanların hepsi işlerine yürüyebiliyorlar. Bu insanlar, yolda yürürken ıslanmıyorlar. Şehre dair her şeyi aklınızdan çıkarabiliyorsunuz. Sadece bir şehir, çok güzel bir şehir mi? E, eheh! Çok daha güzel şehirler var, boğaz yok -kırmızı bir köprü var- Çok güzel bir şehir olmasına gerek yok ama size bulaşmayan bir şehir, bu benim gözlemlerim arasında en önemli etkilerden bir tanesi. Ankara'lı birisi olarak, benim için çok çok farklı değil, kimse yolları kazmıyor, kimse hiçbir tarafa havuz yapmıyor. Çeşitlilik çok çok önemli. Dediğim gibi, 14'ten fazla ülkeden gelen insan var. Siz burada çeşitliliğe hakimsiniz, siz burada farklı ülkelerden gelen insanlardan farklı kültürlerin farklı bakış açılarını görebiliyorsunuz. Sizi daha da genişletiyor, sizin bakış açınızı, hayat yelpazenizi genişletiyor. Bunun bana çok katkısı oldu, çok çok kısa süre içerisinde başka milletlerden insanların tamamen başka kültürlerde gelmiş insanların, Amerika'nın farklı kısımlarından bile olsa ne kadar farklı düşündüğünü görüyorsunuz ve benim aslında ne kadar dar baktığımın farkına varıyorum. Benim daha yaratıcı olmam, göremediğim kısımları görmem bana çok çok büyük fayda sağladı. Etkinlikler. -e doğal olarak herkes orada olduğu için- Etkinliklerin de hepsi orada. Eğer teknik bir şey ile ilgileniyorsanız, onun konferansı malessef San Francisco'da. Hiçbir yere gitmenize gerek yok, uçağa binmenize gerek yok. İşten çıktınız -örnek verelim, örneğin Ruby ile yazıyorsunuz yazılımınızı- işte Ruby-on-Rails geliştiricilerinin toplandığı bir konferansa gitmek istiyorsunuz. Giriyorsunuz bir bardan içeri, kayıt falan yok, kimse kimlik sormuyor kapıda, giriyorsunuz içeriye işte Ruby-on-Rails projesini yazan 15 kişiden 4 tanesi orada, doğrudan o adamlarla ilgilenebiliyorsunuz. Kullandığınız yazılımlar, diğer kullandığınız 'startup'ların kurucuları ve onların çalışanları orada. Kulağa güzel geliyor ama sadece kulağa güzel gelmesi önemli değil, siz bu insanlarla fikir alışverişi yapabiliyorsunuz. Siz, bu işin kalbinde oluyorsunuz. Bunun en önemli kısmı, sizin ufkunuzu genişletmek için San Francisco'daki bu ekosistem, bu coğrafya elinden gelen her şeyi zaten yapıyor. Erişmek istediğiniz her şeye, çok kolayca erişebiliyorsunuz. Peki, bitirmek üzereyim, 'startup'lardaki en önemli buradaki farklardan sonra, ben buradaki 'startup'larda çalışmıyordum, ben tamamen 'startup' zıddı bir sistemde çalışıyordum, 1700 kişiydik biz dünya genelinde. Ve hızlı da yaptığımızı söyleyemem ama bizim işimiz zaten hızlıyı da gerektirmiyordu. Ama bu ekosistemde işiniz hızı gerektiriyor, hızlı olduğunuz zaman kazanabiliyorsunuz. Aydın Bey zannedersem bir şeylerden bahsediyordu işte 'Ya fikrimi çalarlarsa!' O fikri sizden önce düşünen zaten 200 kişi var. Onu çaldılar, o çoktan geçti, bitti. Önemli olan onu ilkönce kimin yaptığı; patent alırsanız koruyabilirsiniz ama patent gerçekten innovasyonun önündeki en büyük engel diye düşünüyorum, özellikle yazılım patentleri. O yüzden hız değil yavaşlık felakettir. Sizi yavaşlatan her şeyi devredışı bırakmak bu 'startup'larda temel motivasyon. Peki, bunu üçe ayırdık. Fikir, kod ve veri. Bu bahsettiğim şeyi doğrudan Eric Riis'in Links 'startup cycle'ından buraya getiriyorum. Bunu üç uvarlak şeklinde çiziyordu. Bir fikriniz var, bunu koda çevirmeniz lazım, bu koddan da bir veri almanız lazım. Fikriniz var ve bu fikri koda dönüştürmeniz için inşa etmeniz lazım -değil mi, bunu birini bilgisayarın başına geçip koda dökmesi lazım-, bu inşa süreci. Güzel kodu yazdınız, harika, çalışıyor. Peki çalışıyor mu o kod kendi kendine? Hayır o kod öyle dümdüz çalışmıyor. Siz bu kodu ölçüyorsunuz çünkü ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz. Yazdınız kodu 'İşte Allah Kerim', böyle çalışmıyor. Bu kodu ölçmeniz lazım, bu kodu nasıl ölçtüğünüz çok çok önemli. Ölçümlerden sonra bir tane veri çıkartıyorsunuz, harika, bunların hepsini bir tane dosyaya koydunuz, sonra o dosyayı 'ziple'diniz, verdiniz USB disklere koydunuz. Peki n'olcak o data? Bunu işlemeniz -hadi onu da işlediniz- daha önemlisi bundan öğrenmeniz lazım. Ölçmekten temel motivasyonumuz öğrenmek, ne çıkarttığını öğrenmek. Peki, 'startup'larda temel dikkat ettiğimiz şeyler neler? Hızdan bahsediyoruz, hala bağlamımız hız, daha hızlı nasıl inşa edebiliriz? Oturup sıfırdan yazmak, her bilgisayar mühendisinin hayalidir:
'Ben baştan yazdım, tertemiz oldu' 'Afferin, ne kadar vakit harcadın?' '2 ay'
Temel problem burada. Keşfedilmiş tekerleği yeniden keşfetmemize gerek yok gibi bir klişe söylemeyeceğim size. Daha kötü bir tekerlek kullanabilirsiniz ama yürümeyen bir arabadan çok daha iyidir. Açık kaynak dünyası -ben LKD'nin de kuruluşunda yer alan üyelerinden bir tanesiyim- ta o zamanları hatırlıyorum, 1996 yıllarını hatırlıyorum, bu kadar çok açık kaynak kodlu yazılım yoktu. Bugün açık kaynak kodun ne kalitesini ne de çeşitliliğini tartışabilecek durumdayız artık. Artık sizin için gereken araçların hepsi orada. Özgür ve açık kodlu bileşenleri kullanmak, bir 'startup'ın hayat damarlarından bir tanesi. Bunları kullanmak, bunlara destekte bulunmak ve kendi çıktılarınızı bunlara geri vermek. Niye geri veriyoruz? Çünkü siz onu kullanıyorsunuz, siz onu geri verirseniz bir başkasının insan gücünü siz bedavaya yine kullanacaksınız -bedava kısmını çıkartın, çirkin durdu- Takımınızı sanal olarak büyüteceksiniz, toplumdan aldığınızı topluma vermiş olacaksınız. Özgür ve açık kaynak kodlu yazılımları kullanmak, inşaatınızı çok hızlandırıyor -malzemeden çalmadan- Pare programming ve coding -özür dilerim, bunların Türkçelerine güzelce çevirmek için vakit harcamadım, benim tembelliğim- Pare programming şu demek, yanyana iki kişi oturuyor, bir kişi yazıyor programı ama iki tane klavye var. Eğer ki, bir tanesi hata yaparsa, ötekisi diyorki 'Peki istersen şurayı birazcık şöyle değiştirelim' İki kişi tek kod yazıyor, birazcık verimsiz gibi duruyor ama bunu ölçtüğünüzde çok daha verimli, çok daha az 'bug' içeren bir kod yazmış oluyorsunuz. Ünite testleri, bunu söylememe gerek yok, kimse sevmiyor bu testleri yazmayı ama bunları yazdığınızda yazılımınız bir yerde patladığında nerede patladığını biliyorsunuz. Oturup, bunu araştırmanıza gerek yok. Onu araştırmak için harcayacağınız vakti önden yatırıyorsunuz ki, bunu tekrar tekrar kullanabilesiniz. Bunu artık üniversitelerin yazılım mühendisliği derslerinde de anlatıyorlar, gerçekten çok önemli. Çoğu kez bizim hayatımızı kurtaran bunlar. Re-factoring -yani iyileştirme, yeniden düzenleme-. İlkönce bir şey demiştim ya, kararlarınızı ilerisi için vermeyin, gerek yok. Kodu yazdıktan sonra, onu her zaman düzeltebilirsiniz. Hem de o kodu sizin düzeltmenize gerek yok, o kodu başkası da düzeltebilir sizin için. Yeterki kodu çıkartın, yeterki kod çalışabilir bir hale gelsin. Bunu ne kadar hızlı çıkartabiliyorsanız, o kadar önemli. Geliştirici için güvenli bir kum havuzu kurun, sizin şirketinize yeni katılan bir insan 'Aman! Ben bunun burasına dokunursam patlar mı?' demesin. Eğer siz, geliştiriciden bu korkuyu alabilirseniz, geliştirici gerçek yeteneğini kullanabiliyor ve onu ilk günden itibaren verimli kullanmaya başlayabiliyor. Bu, çok çok önemli; her dakikası, her saniyesi bu insanın çok değerli. Parasal olarak değerinden hiç bahsetmiyorum, parasal olarak da değerli ama en önemlisi vakit değeri, vakit kaybediyoruz. Dedik ya, bizi yavaşlatan her şey, bizim düşmanımız. Continious Integration ve Cloud Company -bunları da Türkçe'ye çevirmemişim, malessef-. Yazdığımız yeni kodu, ayrı bir tane ağaçta değil o anki çalışan kodunuz ile çalışabilecek şekilde yapın. Yani, 'Bu benim bir ay sonra yapabileceğim bir proje, bu projeyi yazdım ama bu projenin çalışabilmesi için şu şu şu bileşenlere ihtiyaç var' yanlış, orada vakit harcadınız. O projeye o zaman o aletleri yazarak başlayın yani yazdığınız her kodu, kullandığınız kod kontrol sistemine yani hemen o ağaca sokabileceğiniz şekilde yazmalısınız. Kenarda, diskinizde, bir tarafta durmamalı. O kod -eğer ki, derlenen bir kodunuz varsa, bir şekilde çalışan bir kodunuz varsa- sunucularınıza anında yüklenebilmeli, çalışsın-çalışmasın hiçbir önemi yok. Cloud Computing, bundan artık ben bahsetmeyeceğim. Gidip donanıma para harcamanıza gerek yok, harcayabilirsiniz tabi ölçeğiniz ölçüsünde. Yeni başladığınızda 'cloud computing'in tüm avantajlarını kullanın. Amazon, sizin için çok şey yaptı, hala da yapmaya devam ediyor. Başlayabilmek için artık neredeyse önünüzde hiçbir bariyer yok, 'cloud computing' size çok fazla imkan sağlıyor. Gidip bir yerden bir tane sunucu almakla uğraşmayın, ya da işte dedicated sunucu almakla uğraşmayın. Belki olmayacak bile yazdığınız, paranızı hiç buna yatırmayın. Gidip buradan saati başına kullandığınız bir şey alın, eğer ki, patlarsa uygulamanız -popülerliğin patlaması manasında- yine yatırım yapmanıza gerek yok, parası neyse verirsiniz. 'Cloud computing'de istediğiniz gibi uygulamanızı ölçekleyebilirsiniz. Peki bahsettik ya, inşa ettikten sonra bir kod ürettik ve bu kodu ölçmemiz gerekiyor, bunu nasıl ölçeceğiz? Kodu yazarken en fazla zamanı, bu kodun nasıl çalıştığını, tahmin ettiğimiz gibi çalışıp-çalışmadığını ve performans değerlerini ölçmek için, içine ölçüm aletleri yerleştirmekte harcıyoruz. Projenin detaylarına girmeyeceğim ama yakın zamanda yazdığım bir projenin fonksiyonel kısmı 2000 satır, fonksiyonel olmayan -onu uzaktan ölçebilmek, nasıl performans gösterdiğini ölçebilmek için yazdığım kısmı- 8600 satır, 4 katından daha fazla. Ama başladığımız ilk günden beri, bu kodun nerelerinde problem olduğunu o küçük 2000 satırlık kısımı değiştiriyoruz -başladığımızda bu arada 2000 satırdan daha fazlaydı-. O koyduğumuz ölçüm aletleriyle, 3000 satırı, 2000 satıra indirdik yani, problemi silerek çözdük, ekleyerek değil. Bu, size çok büyük faydada bulunuyor. Ölçüm alınabilir programlamadan bahsettiğimiz bu. Continious deployment. Yani az önce 'continious integration'dan bahsetmiştik. 'Continious deployment'ın ismini verdim, yazdığınız kodu, herhangi bir tarafa koydunuz, bunu hemen sunucularınıza gönderin, hemen! Eğer o sunucuya 'Aa! Bir dakika şimdi bu çalışmayacak' diyorsanız, orada bir terslik var. Eğer yazdığınız kod, doğrudan sunucuya gidebilen bir kod ise, zaten yeteri kadar küçük adımlar atıyorsunuz demektir. Büyük adımlar atıp, -o zaman bir dakika biz bunu- burada şema değiştirmekten, daha zor teknik şeylerden bahsetmiyorum. Mümkün olan, en önemli şekilde doğrudan sunucularınıza göndermenizde büyük yarar var. Bunların hiçbirini malessef burdayken yapmıyorduk. 'Funeral Analysis' ve 'Multiware Testing'den hızlı bir şekilde bahsedeceğim, bunlar teknik tarafından çok, ürün tarafı ile ilgili. Ürünüzü kullanıcılar, gerçekten nasıl kullanıyorlar? Ürününüzle, nasıl etkileşim haline geçiyorlar? Bunu ölçemezseniz, bu ürüne dair hiçbir şey yapamazsınız. Ürününüze kullanıcılar hangi arayüzden geliyorlar? Hangi arayüzlere doğru devam ediyorlar? Bunlar, en önemli sorular. 'Multiware Testing'de bununla ilgili. Peki nasıl daha hızlı öğrenebilirsiniz? Bu 5 nedenden bahsedeceğim. Bir problem çıktığında 5 kez neden soruyoruz. Bir problem oldu, neden bu problem oldu diye soruyoruz ve bir yanıt alıyoruz. Örnek verelim:
-Site çalışmıyor. -Harika! Neden? -Çünkü veri tabanına ulaşılamıyor. (1 tane nedeni harcadık) -Neden? -Veri tabanı yüksek yük altında kalmış ve artık bu yükü ölçekleyemiyor. -Neden? -Çünkü yeterli kapasitede veri tabanı sunucumuz yok. -Neden? -Çünkü 'cloud computing'i kullanmadık veya yazdığımız kod, birden fazla veri tabanını ölçekeleyecek şekilde yazılmamıştı.
Daha 5 tane nedeni sormadan, temel nedeni bulduk. 5ten fazla soruyorsanız, orada bir terslik var. Bulduğunuz ve hızlı saldırabileceğiniz ilk probleme saldırın. Biz problemlerin neredeyse ama neredeyse tamamını bu şekilde çözüyoruz. Hepside ikinci nedende gidiyorlar, 5 kez sorduğumu hatırlamıyorum. Code Rewiev. Aynen 'pair programming' gibi. Yazdığınız kodu, bir başkasına, başka bir gruptan -sizden daha kıdemli olabilir veya yeni işe girmiş birisi olabilir- birisine gönderip; 'Ben bu kodu göndermeden önce sunuculara bakmanı istiyorum' StumbleUpon'da ve benzer bir çok 'startup'ta 'code rewiev'lar zorunlu. Bu herkesin kötü kod yazdığı anlamına gelmiyor, insanlar 'code rewiev'dan çok fazla şey öğreniyorlar. Ben bizim mimarimize dair birçok şeyi, ilk iki ayda, tamamen koddan hiçbir haberi olmayan bir insan olaraktan başkalarının yazdığı kodları 'rewiev yapıp', onları onaylayaraktan öğrenebildim. Bakın diyorumki, 'Ben bilmiyorum bile bu uygulamanın nasıl çalıştığını ama onayı ben veriyorum'. Benim baktığım taraflar farklı ama öğrendiğim şeyler farklı. Ürünü sahiplenmek çok çok önemli, 'pair programming' ürün sahiplenmeye belki biraz darbe vuruyor ama bunu yaratabilmek çok önemli; bunu, bu kültür içinde yaratmak lazım bir şekilde. Yetenek çeşitlemeyi, takımlardan bahsediyoruz işte; bir tarafta bir yazılım geliştirici, bir tarafta bir tane tasarımcı, bir tarafta da bir tane veri tabanı yöneticisi... Hepsinden küçük bir takım oluşturduğunuzda ancak bu takımlar efektif çalışabiliyorlar. Hep birlikte toplu hücum, toplu defans var futbolda; hiç kimse yapamıyor onu, bu da benzeri bir şey. Kullanıcı geliştirme ve kullanıcı röportajları tamamen ürününüzle ilgili, bunları atlayacağım, az vaktim kaldı. Peki o zaman soruyu tekrar soralım. Havasından mı suyundan mı yoksa başka bir şey mi var? Valla havasından suyundan değil, kültüründen. Bu kültüre, bir şekilde ayak uyduruyorsunuz, uydurmak zorundasınız, bu kültür yıllar önce temelleri atılmış bir kültür. Ama bu yöntemleri ithal edemezsiniz, başta da söylediğim gibi bu kültürleri kutudan alıp çıkartamazsınız. Siz içinde bulunduğunuz ekosistem için de bir kültürü geliştirirken, onun temellerini kullanıyorsunuz ama, kültürünüzü kendiniz tanımlıyorsunuz. Her şeyden önemlisi bu kültürü buraya getirebilir miyiz? Getiremeyiz, çünkü burada çok daha farklı bir sistem var ve bizim yapmamız gereken şey, burada, burada özgü kültürü oluşturmak. Burada başarılı olmak, çok çok daha mümkün, belki daha bile kolay olabilir, para kısmını bir tarafa bıraktığınızda. Ama oradaki kültürün aynısını, internetten okuduğunuzu, bloglardan okuduğunuzu veya buraya gelip benim gibi bir şeyler anlatan adamların anlattıklarını dinleyerek yaparsanız olmaz. En dorğu kararı verecek olanlar, burada yaşayanlar, yine sizlersiniz; en doğru kararı her daim siz vereceksiniz. Eğer ki, yapmak istediğiniz şey size rahatsızlık veriyorsa, 'Ya abi bu da çok saçma' diyorsanız, saçmadır o zaten. Bu teknikleri kullanabilirsiniz, 'code rewiev'a saçma demezsiniz heralde ama kültür adına bazı şeyleri, doğru bulmayabilirsiniz. Yaşadığınız kültüre, o kültürü uydurmalı, o kültürün üstünden yeni kültürler yaratmalısınız. Kültür ithal edilemez ama esinlendirir. Bu okuduklarınızdan esinlenmelisiniz. Bunlar size yöntemler göstereceklerdir ve hataları göstereceklerdir ama aynısını asla almamalısınız, esinlenmelisiniz.
Soru-Cevap
Burak Büyükdemir: Peki biz kendi kültürümüzü nasıl -Sen iki tarafı da biliyorsun aslında- en doğru şekilde nasıl oluşturmalıyız? Yani bize uygun yeni 'startup' kültürü ne olabilir? Senin fikrin? Yani doğrusu yok tabi Berk Demir: Doğrusu asla yok tabi. Başta da söylediğim gibi, bunların hiçbiri benim orjinal fikirlerim değil. Bu 'slide'lar gördüğünüz birçok şey 37 Signals'in Rework isimli kitabından ve Do More Faster kitabından geliyorlar, cümleler bile bazen birebir aynı ama yaşadığım deneyimlerde birebir aynı. Asıl soruya geri dönersek, bu çok zor, ben de hala keşif halindeyim ama gözleyebildiğim şeylerden bir tanesi şu: Temel olarak içinde yaşadığınız kültüre uymayan şeyleri aynen taklit etmek doğru değil. 'Orada öyle yapılıyor, o zaman biz de bunu böyle yapacağız' dediğinizde, bu olmuyor. Bunun bir benzer örneğini şeyden vereyim. Örneğin çok iyi tanımlanmış bir yazılım geliştirme süreci olarak görünse 'scrum' işte bu 'scrum'da ayaküstü toplantılar yapıyorsunuz, elden ele bir şeyler dolaşıyor ve çok hızlı bir şekilde bitiyor. Bu doğru yöntem olabilir ama Türklerden bahsediyorsunuz, biz muhabbet etmeyi, konuşmayı ve daha detaylı konuşmayı seven bir toplumuz. Siz, bu insanları böyle elinizde bir tane kırbaçla 'Olmaz sen az konuşacaksın, senin iki dakikan var' diyemezsiniz. Bu şeylerin daha rahat, insanların böyle kesin kuralların olmadığı ama bir yere ulaşmaya çalıştığınız yaklaşımlar olması lazım kültür içinde. Kültürde hedefler koyup, sert hedefler koyup, bu hedefleri kovalamak, insanlar üzerinde baskılar yaratıyor. Benim söyleyebileceğim şey -yani başta da söylediğim gibi- esinlenmek kısmında, bunlardan esinlenip, bizi rahatsız eden kısımları değiştirebiliriz. 'Ya güzel bunu adapte edeceğiz, şuralarını çıkartaraktan' bu merdivenleri çıkmak gibi, tepeye zıplamayacaksınız. Bunu yaptıktan sonra -belki doğru olanı o olabilir- siz zaten bir adım yukarıdasınız. Tekrar başlayabilirsiniz, bir döngü içerisinde. Peki bakalım, o zaman tekrar bunu deneyelim. Bu 'scrum'ları, bu ayaküstü toplantıları gerçekten iki dakikayla sınırlamaya kalkalım, örneklerden bir tanesi. Ama bunu bir masa etrafında oturup, 15 dakika konuşup çay içen insanlara 'Olmadı bitti 2 dakika, Hadi!' dediğinizde, bu olmaz, bu insancıl bile değil zaten. İşte bunları ne kadar yavaş yavaş uygularsak, bir geçiş parçasıyla uygularsak, o kadar şeye yaklaşabiliyoruz yani tepeden inme çözümlerin hiçbiri, hiçbir zaman çözüm değil. (Dinleyene) Buyrun... Dinleyen: ..... Burak Büyükdemir: Parantez içersinde söyleyeyim de. Biz, İzmir'e gittik. Sabah 8:30'da başlıyordu konferans. Biz İstanbul'dan 40 kişi gittik, salonda yaklaşık 50-60 kişiydik, İzmir'li arkadaşlar 10'da geldiler. Hani öyle bir rahatlık olduğunun farkındayım zaten. Berk Demir: Ben buna katılamayacağım çünkü orada tanıdığım epey bir Türk topluluğu var, hem 'startup'larda çalışan, hem kendi 'startup'ları olan -hem de başarılı olan- insanlar var. Hatta orada yaşamış arkadaşlar da var burada. Hiç aynı fikirde değilim. Dinleyen: .... Berk Demir: Ama verdiğiniz örnek, benim az önce anlattığım şeye benziyor. Takım zaten birbiriyle uyumlu oluşturmamış ki. Eğer ki, takımın, o kültünü parçası hızıl hareket etmek üzerine kurulmuşsa, o takıma kattığınız üyeler onların “bünyesinin reddetmediği insanlar” olacaklardır, değil mi? Örneğin bu adamlarn hepsi Amerika'da var veya başka ülkelerde var. Hepsi farklı farklı ülkelerden geliyor, sadece Amerika'dan değil. Çalışma sevmeyen İtalyan, Hintli, Fransız -fıkra gibi olacak ama- söyleyebilirim. Bunlar zaten bu takımların parçaları olmuyor. Temel problem zannedersem burada, insanlar bu takıma katılaraktan problem yaratmışlar. Dinleyen: .... Berk Demir: Yani yanlış anlamayın, bence klişe hatta gayet de çalışkanlar. Hatta gördüğüm oradaki Türkiye doğumlular çok çalışkan insanlar, çok çok çalışkan insanlar. Ama oradaki insanlar, buradaki sistemden pes edip, oraya giden insanlar. Bu yanlış, onları pes ettirmemek, buradaki girişimcilerin, onların mutlu olabileceği takımları kurmaktan geçiyor. Eğer biz o takımları kuramazsak, herkes bir kolay yola kaçacak. Hata burada. Dinleyen: .... Berk Demir: Takımı niye kurmadım? Ben denedim, ben denedikten sonra gittim. Dinleyen: .... Berk Demir: Bilmiyorum. Geri dönüş ile alakalı benim adıma varsayım yaptınız ama doğru olmayabilir. Dinleyen: .... Berk Demir: Yok, hayır. Bir şirketi düşünmek doğru olmaz, değil mi? Her şey çok hızıl değişiyor yani ben -Aydın Bey, harika bir şey söyledi- yani girişimcilik bir kariyer seçimi. Ben bundan sonra ya kendi girişimimi yapacağım ya da girişim yapmış insanlara yardım edeceğim. Benim için limit -of bunu söylersem ayrılmam lazım şirketten- belli sayıda insanın çalıştığı şirketler. Onun üstüne çıktığında... Neyse, 3-5... Ben zaten böyle devam etmek istiyorum. Eğer geri dönersem, katılacağım şirket de böyle olacak ama katılacağım şirket eminimki bugün kurulu değil. Dinleyen: .... Berk Demir: Hm şöyle...Zannedersem en yaşlısı benim. Daha önce pes ediyor insanlar. Burak kaç yaşındasın? 20 Ama daha önceleri de var, diyebilirimki: 20-29 arası. Dinleyen: .... Berk Demir: O çok uzun bir süreç, isterseniz size daha sonra anlatayım ama yanıt evet. Ben mezun olmadan önce çalışmaya başlamıştım, mezun olduktan sonra da hızlıca çalışmaya başladım. Yıllar geçti -kendim de girişim yapmaya çalıştım- , kolay yolu malessef seçmek zorunda -kolay yol mu gerçekten bilmiyorum, ben dikenli yollardan geçtim, ayağımın altı delik, gösterebilirim, olmadı benim için ve ben hani çıkış yolunu başka tarafta aramaya çalıştım. Dinleyen: ... Berk Demir: Çünkü bahsettiğim sebeplerden dolayı, o işin Mekke'si orada. Burada bir tane yabancı konuğumuz var: Ron Hous. Ron Hous, beni Amerika'ya gelmeye razı eden insandır. Kendisi TopBox'ın CTO'sudur, 'co-founder'ıdır. Hi Ron! Ron, İsrail'den. I guess you have a question. Ron House: .... Berk Demir: Awesome! Obviously young generation... Look at that bright, young generation. They are here just to start something. They are willing to start something. It's too fault. There're a lot of engineers or future engineers plus there are a lot of opportunities in Turkey. I don't think Turkish entrepreneurs are in any kind of problem for finding business ideas. Because, you can come up with a lot of different ideas instead of cloning ideas in US. There are a lot of opportunities, so it's fault. The young generation, the young population which is like very well educated, mainly fluent in another language, they can communicate with the rest of the world and I can easily say that it's close to world class education. Because the house of the graduate from Turkish university... I got that CS education, I don't see any deficiency, Turkish CS education -computer science education- is enough for any other things. So, it's too fault. Young generation, plus a lot of opportunities to start something. Türkçesini... Çok ciddiyim, tamam, hızlıca üstünden geçeyim. Ron'un sorduğu soru 'Türk girişimcilerine ne öneriyorsunuz? Onların buradaki varoluşlarının avantajları nedir?' Benim gördüğüm avantaj, burada gerçekten genç bir jenerasyon var, en önemlisi ithal edilmiş bir jenerasyon yok. Bu jenerasyon gerçekten bir şeyler yapmak istiyor. Amerika'daki gibi... Amerika'daki gençler gerçekten bilgisayar mühendisi falan olmak istemiyorlar, onlar ya sporcu olmak istiyorlar ya şarkıcı olmak istiyorlar ya da bir şey olmak istemiyorlar... Efendim? ... Yok yok, ben öyle düşünmüyorum, ekliyorum. Ama Türkiye'de bu eğitimi gören ve bunu olmak istiyen çok genç bir jenerasyon var ve bunların hepsi dünya standartları seviyesinde veya buna yakın. Aynısı olmak zorunda değil. Ama buna yakın, rekabetçi olabilecek bir eğitim alıyorlar. Diğer kısmı da, buradaki girişimciler 'Yaa hiç fikir bulamıyoruz' diyorlarsa, gerçekten girişimci olmayı bırakabilirler. Önlerindekini görmüyorlar. Burada avantajlar daha fazla. Herkes şey diyebilir: 'Amerika'da internet kullanıcı sayısı ve para harcayacak insan sayısı daha fazla olabilir' İnternet girişimi yapmak zorunda değilsiniz. Türkiye, girişime çok çok açık bir ülke. Burak Büyükdemir: Çok teşekkür ederim! Berk Demir: Ben teşekkür ederim! Bu video Fatih Utku tarafından metne çevrilmiştir.